Ezoterizm ve Gizemcilik

WWW.ASTROSET.COM

PASKALYA ADASINDAKİ HEYKELLER

  Yeryüzünde birbirinden çok uzakta iki bölge… Biri güney yarıkürede okyanusun ortasında küçük bir adada, öteki kuzey yarıkürede Doğu Anadolu’da bir dağın tepesinde… Her ikisi de yüzyıllardır bir türlü çözülemeyen ortak bir gizemi barındırıyor.
  Yeryüzünün hemen hemen her yanında, tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm uygarlıklar arkalarında, kimileri varlığını sürdüren kimileri yok olmuş, türlü amaçlarla ve türlü biçimlerde inşa edilmiş dev tas yapılar bırakmışlar.
Ne var ki bunlardan yalnızca Paskalya Adası’ndaki dev heykeller ile Nemrut Dağı’ndaki dev heykeller, dünyada üçüncü bir örneği olmayan ortak bir özelliğe sahip. Çünkü yeryüzünün başka hiçbir bölgesinde, zemine oturtulmuş böylesi heykeller yok.

  Paskalya Adası’ndaki heykelleri kimlerin ne amaçla diktikleri ve bu heykellerin neyi simgelediği hâlâ bilinmiyor. Nemrut’taki heykellerin ise, IÖ 1. yüzyılda Kommagene kralı I. Antiochos tarafından yaptırıldığı arkeologlarca saptanmış durumda. Fakat asıl bilinmeyen, heykellerin üzerinde bulunduğu höyükte saklı. Türlü teknolojik olanaklar denenerek birçok kez höyüğün içine girmek isteyenlerin hep başarısızlığa uğradığı biliniyor.
  Paskalya Adası, Şili’ye 3000 km. uzaklıkta yer alan 180 kilometrekarelik volkanik bir ada. Adada yeşillik bol ama hiç ağaç yok. İlk kez Avrupalı gemiciler tarafından 5 Nisan1772’de keşfedildi. O günler, Paskalya’ya denk geldiğinden adaya bu ad verildi. Adadaki dev heykeller ile ilk ilgilenen ve dünyaya duyuran kişi ise Norveçli etnolog Thor Heyerdahl oldu. Heyerdahl, 1958’de yayımladığı “Aku Aku” adli kitabında, Paskalya Adası’nın çeşitli yerlerindeki platformların üzerinde dikili bulunan (kimileri devrilmiş) 974 adet heykeli tek tek incelediğini belirtiyordu. Yüzlerindeki gururlu ve kaygısız bir ifadeyle bos bos okyanusa bakan bu heykellerin boyu 10-20 metre arasında değişiyordu. Ağırlıkları ise ortalama 50 tondu.

 Heyerdahl, Ada halkının (onlar kendilerine “Rapanui” diyor) inanışlarını ya da geleneklerini de araştırmış ve bu esrarengiz heykelleri Rapanui halkının atalarınca yapılmadığını bulgulamıştı. (Çünkü kimi heykellerin yakınında bulduğu, Hıristiyan misyonerlerin gözünden kaçan ya da yok etmeyi unuttuğu birkaç yazıt, bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamış bir dile aitti.) Heykellerin kıyıya oldukça uzaktaki tas ocaklarında ve son derece ilkel ufak tefek araçlarla üretildiği anlaşılıyordu. Daha da ilginci kimi heykeller henüz yapım aşamasında, yapıcıları tarafından. bilinmedik bir nedenle ansızın terkedilmisti.
  Heyerdahl, heykellerin bu tas ocaklarında tamamlandıktan sonra bir biçimde adanın çeşitli yerlerine hazırlanan platformlara taşındığı varsayımından yola çıkarak kendisi de bunu denemeye girişti. Rapanuiler’in de yardımıyla, yarım bırakılmış orta büyüklükte bir heykeli türlü çağdaş düzeneklerle 18 günlük bir çalışma sonucunda dikine oturtmayı, sonra da kalaslar üzerinde halatlarla çektirerek kıyıya indirmeyi basardı. Ne var ki esrarengiz yapıcılar böylesi yöntemler kullanmış olamazlardı. Çünkü adada kalas üretecek bir tek ağaç yoktu! Ya halatları nereden bulmuşlardı?

  Kuskusuz ki Heyerdahl durup dururken, 50 tonluk bir heykel üretme isine ise hiç girişmemişti. Çünkü her biri en az 50 tonluk dev lav parçalarını bulundukları yerden koparacak, sonra da inanılmaz ince bir tas isçiliğiyle heykele dönüştürecek araç gerece sahip değildi. Uygarlığın en yakin olduğu yer olan 3000 km. ötedeki Sili’de bile bu tür araç gereci bulmak ve Ada’ya taşımak olanaksızdı. Bu durumda heykeller nasıl, kimler tarafından ve kimler için yapılmıştı? Neyi simgeliyorlardı? O kadar uzak mesafeler nasıl hangi yöntemler kullanılarak asılmıştı? Sonra, ne olmuştu da heykel üretimi ansızın sona erdirilmişti? Bu soruların yanıtlarını, 20’inci yüzyılın son günlerini yasayan Dünya uygarlığı ve ulaştığı bilimsel düzey hâlâ yanıtlayamıyor.
  Başta “Tanrıların Arabaları” olmak üzere, “kadim astronotlar” tezini döne dolaşa işlediği birçok kitabında, dünyanın bilinen resmî tarihini alt üst eden ünlü İsviçreli araştırmacı Erich von Däniken bu soruların yanıtlarını dolaylı olarak evrenin öteki sakinlerine bağlıyor ve biraz da alaycı biçimde söyle diyor: “Görünüşe bakılırsa dünyamızın eski insanları dev taşları tepelere çıkarıp indirerek çok uzaklara taşımaktan özel bir zevk almaktaydılar! Ya da uzak atalarımız pek tuhaf insanlar olmalıydılar. Çünkü işlerini bile güçleştirirler ve heykellerini, tapınaklarını en olmadık yerlere kurmaktan hoşlanırlardı. Tüm bunlar yalnızca zorlu bir yaşamı sevdikleri için miydi? Çok uzak geçmişimizin sanatçılarının bu denli budala olduklarını kabul etmek çok zor!”

  Nemrut Dağı’ndaki esrarengiz höyüğe gelince durum daha da zorlaşıyor. Çünkü bu höyük Anadolu’daki öteki höyüklere (Tümülüs) hiç benzemiyor. Bu sanki yapay, elle kasıtlı olarak yapılmış bir höyüktür. Anadolu’daki öteki höyükler gibi, görünürde, içinde bir kralın mezarını ve hazinelerini barındırıyor olabilir. (von Däniken, “kadim astronotlar” tezine uygun olarak burada bir uzay gemisi olabileceğini iddia ediyor.)
  Nemrut Dağı’nin arkeolojik niteliği ilk kez 1881’de öğrenildi. Dağa önce Alman Profesör Otto Puchstein, ardından Osman Hamdi Bey çıktı. Nemrut Dağı’ndaki heykellerin ve esrarengiz höyüğün varlığını dünyaya duyuran kişi ise, 1950’lerin basında Alman Profesör Friedrich Karl Dörner oldu. Prof. Dörner ve ekibi inanılmaz güç doğa koşullarında aylarca çalışarak, Paskalya Adası’ndakilerden daha hafif olan heykelleri belirli bir düzen içerisinde yerlerine koymayı basardı ama asil gizemi çözemediler. Çünkü höyüğe girememişlerdi.
  Tas parçalarının üst üste yığılmasıyla oluşmuş, 50 metre yüksekliğindeki ve 150 metre çapındaki bu yapay tepe kendi kendinin bekçisi gibiydi. Höyüğe girmek için herhangi bir yerden taşlar kaldırılmaya başlanınca, kaldırılan her taşın yerini yukarıdan yuvarlanan başka taşlar dolduruyordu.
  Artık arkeologlarca şu anlaşılmış bulunuyor ki, bu höyüğe ne yukarıdan ne de aşağıdan girilebilir. Bu durumda tek yol, en tepeden başlayarak taşları teker yerinden alıp, başka bir yere nakletmektir. Ne var ki zirveden başlayarak yapılması gereken, bu, “küçük bir dağın bir başka yere aktarılması” çalışması insan gücü ve diğer araçlarla son derece güçtür. Dahası buna, öncelikle Kral Antiochos’un izin vermeyeceği bellidir! (Höyüğün üzerinde bulunan bir yazıtta, Antiochos’un kutsal alana kötü amaçla yaklaşanlara beddua ettiği belirtilir.) Öte yandan, yalnızca içinde ne var diye (isterse uzay gemisi olsun!) Türkiye cumhuriyeti yöneticilerinin, kimilerince dünyanın sekizinci harikası olarak kabul edilen bir arkeolojik kalıntının, bir Dünya kültür mirasının orijinalliğinin bozulmasına izin vermeyeceği de kesindir.
  Nemrut Dağı’ndaki heykeller de, Paskalya Adası’ndakilere benzer bir gizem taşımaktadır. Fakat en azından, bu heykellerin kimin tarafından kim için yapıldığı bilinmektedir. (Heykel ve kabartmalar arasında aralan ve kartalın bulunması, burasının bir Mitraik tapınç merkezi olduğunu düşündürmektedir. Tanrı Mitra’nın adına, Anadolu, Iran, Hindistan ve Mezopotamya’yı kapsayan çok geniş bir bölgede rastlanır.)

  Höyüğün, teras adi verilen düzlüklerinde dikilmiş bu 21 adet dev heykelden kiminin yüksekliği 10 metredir. Tonlarca ağırlıktaki bu taş blokların yakındaki bir dağdan koparılması (çünkü taşlar bu tepeye ait değildir), ince ince işlenmesi, taşınması ve dikilmesi 2000 yıl öncesinin hangi teknik olanakları ile gerçekleştirilmiştir, bunu düşlemek oldukça zor. Ayrıca, Nemrut Dağı’nin çevresinde, Mısır piramitlerinin çevresinde olduğu gibi binlerce kişinin çalışabileceği geniş düzlükler de yoktur. Heykellerin ve höyüğün yapımında çalışan yapıcılar çalışmalarını, ne yiyip ne içerek, nerede nasıl konaklayarak sürdürdüler? Dahası bugün bile ulaşımın çok güç olduğu 2150 metre yükseklikteki tepeye, bu dev taş blokları halatlarla, kalaslar üzerinde kaydırarak mı çıkardılar? (Bir de buradaki heykellerin Paskalya Adası’ndakiler gibi tek tip olmayışı ve onlar gibi “boş boş” bakmayışı konusu var ki, bu da Nemrut’taki isçiliğin ve emeğin çok daha fazla olduğunu gösteriyor.)

  Kuşkusuz ki eskilerin, bugünkü dünya işleriyle çok fazla meşgul (!) insanlarından daha çok boş zamanları vardı. Ama bu demek değildir ki, tonlarca ağırlığındaki kayaları, boş zamanlarında durmadan bir yerlere taşısınlar dursunlar! Bu durumda, Paskalya Adası’ndaki ve Nemrut Dağı’ndaki heykellere bakıp dizi dizi yanıtsız sorular üretmek çok anlamlı görünmüyor. Belki tüm yanıtsız soruları şöyle tek bir soruya dönüştürmek olası: Eski insanlar niçin yeryüzünün belirli noktalarına böylesi taş yapılar diktiler?
  Eskilerin, “dünyanın bir canı” (Anima Mundi) olduğu yaklaşımından yola çıkılırsa, insan bedeniyle yeryüzü arasında bir benzerlik kurmak olasıdır. Nasıl ki insan bedeni çok sayıda akupunktur noktasından oluşuyor, bu noktalar “meridyen” adı verilen enerji hatları üzerinde bulunuyor ve akupunktur uzmanları bedendeki türlü rahatsızlıkların giderilmesi için belirli “meridyenler” üzerindeki belirli noktalara iğneler saplayarak bozulan enerji akışını yeniden sağlıyorlarsa, eskiler de Dünya’yı “iyileştirmek” için neden böyle bir uygulama yapmış olmasınlar? (Ama bu galiba, önce çevresindeki her şeyi sonra kendini yok etmeye programlanmış dünya insanının, “dünyanın canı”nı almaya başlamasından çok önceki zamanlardaydı!)
  Eğer böyleyse, eskiler Dünya’yı “iyileştirmek” için, dünyanın gözle görülmeyen, araç–gereçlerle saptanamayan bu enerji hatlarının varlığını, hangi hattın üzerine, nasıl bir taş yapının dikilmesi gerektiğini nereden biliyorlardı, onlara kim(ler) yol göstermişti? Belki de yalnızca bu sorunun yanıtını aramak gerekiyor. Ama daha önce, üzerinde inanılmaz bir canlılığı barındıran Dünya’yı “yeniden” sevmekle, onu hissetmekle ise başlamak gerekmiyor mu?

Kızılderili şef Seattle söyle diyordu: “Dünya bizim bir parçamız, biz dünyanın bir parçasıyız.”

Yayın Tarihi: 06.Temmuz.2012

 

© Astroset 2003-2012