Felsefe

WWW.ASTROSET.COM

MESNEVİ DİZELERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

"AKIL KAVRAMI"

HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER

  Aristoteles ve hocası Eflâtun başta olmak üzere kadîm ilkçağ filozoflarından Kur’an’a, Kur’an’dan sonra da ilk İslam filozoflarına ve M. Celaleddin’e kadar pek çok öğretide “akıl” kavramının üzerinde önemle durulduğunu görüyoruz.  M. Celaleddin’in “akıl” konusunda ne dediğini onun Mesnevi dizelerinde görmeye geçmeden önce; aklın önemine, özellikle de “işlevsel akıl” ın önemine değinerek bu yazımıza da bu şekilde bir giriş yapmak istiyoruz.

  Mesnevi’nin Kur’an’la olan bağlantısından dolayı (çünkü M. Celaleddin birçok dizesini Kur’an ayetleriyle bağlantılı olarak kaleme almıştır) hemen belirtebiliriz ki; Kur’an’da aklın önemini vurgulayan pek çok âyet bulunur. (Zümer 17+18, Bakara 269, Ali İmran 7, Maide 58, Yunus 100). İleriki paragraflarımızda, bu âyetlerin bazılarına ve başka âyetlere Mesnevi dizelerine gönderme yapıldığını, dayanak belirtildiğini göreceğiz. Günlük yaşamda pek çok konuda sürekli seçim yapmak durumunda olduğunuzu ve seçimlerimizle yakın / uzak vâdede karşılaşacaklarımızı; dolayısıyla isabetli, yani doğru bildiklerimize, insani değerlere ve hak ihlaline neden olmayacak seçimler yapmak durumundayız. İşte burada aklın önemi ortaya çıkıyor. Aklımızı pozitif yönde, insani değerler yönünde kullanmak durumundayız. Bunun için, aklımızı nefsin egemenliğinden ne kadar kurtarabilmişsek, içsel gelişim yönünde Bütün’ün hayrı ve kendi hayrımız için o kadar isabetli adımlar atabiliriz. Yukarıda adını rahmetle andığımız ilk İslam Filozoflarından Kindî akıl konusunda (“kötülük” le bağlantılı olarak) şunu söylüyor: “…buna rıza gösteren akılsızın biridir. Çünkü akıl her şeyi yerli yerine koyar. Aklından yoksun olan ise; şeyleri yerli yerine koymayıp, onların olması gerekenin tersi bir durumda bulunduklarını zanneder.” (1) Konuşurken bile sözcük seçimlerimiz ve düşünce çizgimiz akla, sağduyuya uygun olmalıdır. Ünlü filozof Eflâtun; bireydeki açgözlülüğü / doymazlığı domuza, öfkeyi köpeğe, ama akıl gücünü meleğe benzetmiştir. O kişi, melek düzeyinde olunca, ALLAH’a yakın benzerlikte biri olmuş olur (2). ALLAH’ın “alîm” ve “âlim”  isim sıfatları da sanki aklı çağrıştırıyor (bkz. İnsan 30, Tahrim 2, Züfruf 9+84, Fatır 38, Rûm 54, Nahl 70, Hicr 25, Ra’d 9).

  En basitinden en karmaşığına kadar her şeyi ve bu arada ALLAH’ın ayetlerini anlamak da akıl ile olasıdır. Bu ise aklı isâbetle ve dirâyetle kullanmak ile olasıdır. Buna “aklı işletmek / çalıştırmak” deniyor; yani, “işlevsel akla sahip” kişi için sadece akla sahip olmak yeterli değildir, onu çalıştırmak / işletmektir esas olan. Dahası “işlevsel akla sâhip olmamayı” “akılsızlık” olarak niteliyor Kur’an. Benzer şekilde; bakıyor ama görmüyorsan “körsün”. Bu durum Kur’an’da mealen, “gözleri var görmez, kulakları var işitmez…” şeklinde ifade konmuştur (bkz. A’raf 179).

  Yukarıda değinip geçtiğimiz “aklı isabet ve dirayetle kullananlar” (Ali İmran7) ifadesi bazı Kur’an çevirilerinde kısaca “akıl–gönül sahipleri” olarak ifadeye konmuştur. Akıl–gönül sahibi olmanın” (“aklı isâbet ve dirayetle” kullanmanın) kapsamına girenler şunlardır: Düşünmek, ibadet ve öğüt almak cehaletten kurtulup hidayete ermek. Birey genel anlamda (üç temel kitap olan “Evren”deki “İnsan”daki ve “Kur’an” daki ) ayetleri değerlendirirken aklını bu şekilde (yani işlevsel olarak) kullanabildiği ölçüde onu (aklını) içsel gelişim yönünde ve ALLAH’ın istediği şekilde kullanmış oluyor.  

  Aklı bu anlamda işlevsel olarak kullanmamak, akılsızlık anlamında tembellik oluyor ki bu, İslam öncesi câhiliye döneminden kalma ve ecdatperestlikle ilgili bit tavır oluyor. Bu gibiler tarihin her döneminde bulunmuştur. Fikir çilesi çekmek zahmetine katlanamayan bu “akılsızlar”a Ali İmran “akılsız” ecdatpereslere Bakara 170’de değinildiğini görüyoruz. “Onlara, ‘Allah’ın gönderdiğine uyun’ denildiği zaman onlar; ‘Biz, babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan yürürüz’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış ve doğruyu da bulamamış idiyseler?” Körükörüne taklidi yeğleyen akıl tembelliğinin kişiyi hüsrana sürükleyeceği / sürüklediği ortadadır. Bir kimsenin hafızası ne kadar geniş, mantığı ne kadar geniş, mantığı ne kadar muhkem olursa olsun, eğer aklını dirâyetle ve isabetle hayır yönünde kullanamıyorsa (yani kısaca, “akıl – gönül sahibi” değilse), temyiz yeteneği ve duyarlılığı yoksa, her muhakemesinin isabetsiz değilse bile bencilce olması olasılığı yüksektir. Akıllarını isabetle ve dirâyetle kullanamayanlar kolayca aldatılır, aldanırlar yani “sürüleştirilebilirler” ve sömürülebilirler. Bunların batıl itikatlara ve dogmalara yatkınlığı çoktur. Kur’an’daki “indirilen din” yanında, bid’atlerle dolu “uydurulan din” oluşturanlar da bunlardır. Biraz tahsil görmüş, “mürekkep yalamış” olanlardan aklını isabetle ve dirayetle kullanamayanlar ise, ideolojik akımların ve piyasanın çıkarcı çevrelerinin güdümüne kolayca girerek, bilgi birikimlerini hayra yönelik değerler üretme amaçlı kullanamazlar.    

  Böyle bir akıl, içsel gelişim yönünden (ki bu dünyada bulunuşumuzun gerçek amacıdır) sahibine ayak bağı durumundadır ki M. Celaleddin bu tâlihsizliği bir dizesinde şiirsel bir ifadeyle şöyle belirtmiştir:

 “Akıl kişiye ayak bağı olunca; Onu akıl sanma, yılan ve akreptir.”

  Burada M. Celaleddin’in “yılan ve akrep” benzetmesinden anladıklarımızı yukarıdaki paragrafımızda açıklamaya çalışmıştık. Düşünürümüzün “yılan / akrep” benzetmesinde anlamını bulan nitelikte bir zihin sahibi kimse irâdesini de erdemler yönünde kullanamaz. Oysa ki, Kur’an’ın genelinden anladığımız kadarıyla, ALLAH’ın beşerden beklediği kendisine verilmiş olan akıl ve irâde güçlerini kullanarak duygularını, düşüncelerini ve yapıp ettikleri üzerinde düşünmek nefis muhasebesi yapmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyine ulaşmaktır.

  M. Celaleddin’in “kişiye ayak bağı olan akıl” için kullandığı benzetmedeki “yılan ve akrep”; sinsi / “soğuk” oldukları kadar, son derece de zehirli ve zararlı yaratıklardır. Yılan ve akrep bu genel özellikleri ve tehlikeli durumlarıyla eğitilmemiş / edeplendirilmemiş nefse çok benzerler: Eğitilmemiş kaba nefs de çok sinsi ve içsel gelişimin önündeki en büyük engeldir. Bu bakımdan, nefsin kabalığı ve böyle bir nefsin egemenliği altında aklın girmiş olması birey için büyük tehlikedir. Akrep / yılan nitelikli böyle bir aklın, kişiyi ne zaman “sokacağı” da belli değildir. Bu aklın sahibi, böyle bir “akılsızlık” içinde fehim ve feraset sahibi olmadığı için görgü kurallarını rahatça çiğneyip, çeşitli hak ihlalleri (yani zulüm) de sergileyerek negatif karma yükünü sürekli arttırır. İslam kimlikli bir birey için, yukarıda sözünü ettiğimiz ecdatperestlik bağlamında örfü ilahlaştırıp; onu vahyin ve aklın yerine geçirmek, akrep ve yılan nitelikli akla sahip olanların harcıdır. Dinler tarihinde, putperest kültürün mistik/ dogmatik kabulleri bu gibi “akılsızlar” ın gönlüne pranga gibi vurulmuştur.

  Sâdece Kur’an gibi dinsel öğretiler değil, Mesnevi gibi seçkin inisiyatik öğretiler de, akıl ve irade gücünün kişiye içsel gelişim açısından yarar sağlayan her iyi alanda kullanması üzerinde ısrar eder. Çünkü önemli olan, bu güçlere sahip olmak değil, onları yerli yerinde kullanmaktır. Örneğin, akıl ve iradenin kullanılacağı alanların başında inançlar alanı gelir. Kişi hangi inanca sahip olursa olsun, o inancın derinine / niçinine / nasılına inmedikçe, o inanç konusu işlevsellik kazanamaz, idrak edilemez ve uygulamaya koyup yaşama geçirilemez. Böyle olmayınca da inanç kişiye içsel gelişim yönünde yol aldırmaz. İnancın bu düzeyde kalması yani idrak edimeden iman düzeyine çıkarılması dogmadan başka bir şey değildir. Dolayısıyla “Aklıma yatmıyor ama inanıyorum” anlayışı Kur’an’ın ruhuna tamamen yabancıdır. Şu iki ayeti anımsayalım: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette aklını isabetli ve dirayetli kullananlar için ibret verici kanıtlar / işaretler vardır. (Ali İmran 187) “Biz onlara ufuklarda / dış dünyada ve kendi nefislerinde / kişinin iç dünyasında ayetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın gerçek olduğunu iyice belli olsun.” Görülüyor ki, sadece Kur’an’ın değil, Mesnevi gibi inisiyatik öğretilerin de (eğer bizler için önemli ise) anlaşılıp, bir yarar sağlaması için (yine Kur’an ifadesi ile) “düşünülüp”, “akledilmesi” gerek. Bunda başarı için de, eğer varsa aklın “akrep / yılan” niteliğinden kurtarılması gerek. Bu yapılmadığı takdirde söz konusu bilgi kaynakları olan “nimetler” den yararlanmak bir yana, beşeri koşullandırmalara kapılarak aldanmak / aldatılmak çok olasıdır. Toplumları sürüleştirerek kolayca yönetmek isteyen hak ihlalcisi ve özgürlük düşmanı yönetimler bu yüzden bireylerin inançlarının dogma düzeyinde kalmasını ister. Kilise’nin karanlık Ortaçağ döneminde İsa Peygamber’in öğretisi bu yüzden tercüme ettirilmemiş, bununla da yetinilmeyip tahrif edilmişti. Hz. Muhammed’den sadece yüz yıl sonra da Emevi yönetimi, halkı daha kolay baskı altında tutup sürüleştirerek yönetmek için Kur’an’ı kendine göre yorumlamış, halkın Kur’an’a doğrudan ulaşmasını, anlayarak okumasını istememiş; bununla da yetinmeyerek pek çok hadis uydurmuştur. Bu örneklerde her iki tarafı da kusurlu / zalim ve zulüm kurbanı durumuna düşüren etmen (M.Celaleddin’in benzetmesi ile) “yılan / akrep” nitelikli akıldan başkası değildir.

  M. Celaleddin’in üzerinde durduğu dizelerinde dikkat çektiği “yılan / akrep” nitelikli akıl; kuşku, kuruntu, yersiz korku ve batıl zehapların da nedenidir. Maddeci psikolojisinin de kapsamına giren bu istenmeyen durumlar Kur’an’da kısaca “vesvese” sözcüğünde toplanmıştır. Kendi vehmi tarafından aldatılmanı Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki karşılığının “imajinasyonun iğvasına kapılmak”  olduğunu bu vesileyle burada anımsıyor ve bu bilgi külliyatının sahiplerini de şükranla anıyoruz. Bizler tam idrakli varlıklar olmadığımız ve bilginin de sonu olmadığı için derinlemesine gittiğimiz zaman aşırıya kaçarsak, aklımız ve imajinasyonumuz bizi kusura düşürebilir.  Bilgiyi bilgi ile sınamak bunun için önemlidir. Esasen “vehm etmek”, “hayaller aracılığıyla düşünmek” anlamına da geldiğinden, bu konuda dikkatli olmakta yarar var. Bununla birlikte, açıklamaya çalıştığımız anlamda vesveseye düşmeden iş yürütülürse ârif insana özgü bir durum ortaya çıkar ki, buna da “keşf ile nurlanmış vehm” deniyor. Darısı hepimizin başına…

  “Kendi vehm ve kuruntularının etkisi altında bulunmak” anlamına gelen “vesveseye kapılmak / düşmek” Kur’an öğretisinde de yerini almıştır: Bu durum Bakara 168’de, “şeytanın adımlarını izlemeyin” şeklinde ifadeye konmuş ve Bakara 169’da da (şeytan / nefs) kastedilerek , “…o size kötülük ve çirkinlik, düzensizlik ve pislik emreder; ALLAH hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi buyurur durur” şeklinde bir uyarı eklenmiştir. Elbette, aklını basiretli ve dirayetli bir şekilde kullanabilen akıl – gönül sahiplerini nefislerinin (“şeytanın”) kandırıp, vesveseye düşürmesi çok zordur ama M. Celaleddin’in “yılan / akrep” benzetmesinde anlamını bulan niteliğe sahip akıllar bu performansı kolay kolay sergileyemezler. Açıklayalım ve hem Kur’an’ın, hem de M. Celaleddin’in uyarısına hak verelim.

  Bireylerin vesvese içine düşmesi, büyük ölçüde onun aklının söz konusu niteliğiyle bağlantılı olarak zihinsel durumuyla ilgilidir. Çünkü beşeri zihin (özellikle de kontrolden çıkmış ve nefsin içindeki şeytanın güdümüne girmiş zihin) asla gerçekle karşılaşmak ve vicdanın uyarılarına kulak vermek istemez. Bunun nedeni; zihnin yollarlı ile gerçeğin yollarının kesinlikle farklı oluşudur. Bu durumdaki zihin / akıl sürekli güvensizlik ve dolayısıyla gizli ama sürekli bir endişe içindedir. Bu güvensizliğin ve endişeli olmanın (“anksiyete”nin) güdümü altında hemen hemen sürekli olarak sessiz konuşma halindedir (“zihin gevezeliği”) Beşeri zihnin bu durumda kendi başına yaptığı etkinliğin kapsamı içinde ve çok büyük ölçüde bireyin beşerî zaafları yönünde unsurlar vardır. Ayrıca bu durum bireyin asıl kendisi (yüksek beni) ile bağlantısının zayıflığının belirtisidir. Dolayısıyla geveze bir zihin; sadece her türden ibâdet ve meditasyon için önemli bir engel değil, aynı zamanda vesveseye kapılmaya da elverişli bir durumdadır. Durum böyle olunca, sadece vesvesenin önlenmesi bakımından değil, vicdan sesinin duyulması bakımından da zihnin sessizleştirilmesinde yarar vardır. Vesvese, korku ve endişe (anksiyete) içinde olmak, geveze zihne özgü durumlardır. Böyle bir zihne sahip bireyin aklını isabetli ve dirayetli olarak kullanmak şöyle dursun; her an o “akrep” ya da “yılan” tarafından sokulması söz konusudur. M. Celaleddin’in benzetmesi ne kadar yerinde, değil mi?  

  Nefsin elinden kurtarılmamış aklın, bireyi vesveseye ve “imajinasyonun iğvası” na (Sadıklar Planı Tebliğleri) sokması tehlikesinin zayıf bir olasılık olmadığını birkaç paragraf önce belirtmiştik. Şimdi o konuyu M.Celaleddin’in başka dizeleri üzerinden biraz daha sürdürüyoruz. Gerek nefsin (belli bir realitede) yeterince eğitilmiş olmamasından, gerekse duyguların kontrolsüzlüğünden yani duygusallıktan dolayı beşeri aklın sürçmesi her zaman olasıdır. Ergenlik yaşını geçmiş delikanlılığa merdiven dayamış genç hala çocuksu bencillikler içinde aklını isabetle ve dirayetle kullanamıyorsa, atalarımızın böyleleri için, bilgece bir uyarı üretmiş: “Deve kadar büyümüşsün, kulağı kadar hassasiyetin yok!” (3). Bu durumda olan gençleri zaman zaman sokaklarda görüyoruz üzülerek çünkü bize güven vermiyorlar. Atatürk de belki bundan yakındığı için “Bir genç her şeyden önce güven vermelidir.” gibi bir söz sarf etmişti… Duygusal karmaşa içinde olanlar da akıllarını isabetli ve dirayetli bir şekilde kullanamazlar. Bu durumda beşeri aklın (M.Celaleddin’in ifadesiyle) “sürçmesi” ve kişiyi zor durumda bırakması kaçınılmazdır. Mesnevi dizesinin tamamına bakalım:

“Belki konuyu genişletmek olasıdır; Ama akıl ayağının sürçmesinden korkuyorum.”

  İlk bakışta hemen anlaşıldığı gibi, bu dizelerde daha çok “imajinasyonun iğvası” tehlikesi hissettirilmeye çalışılıyor. Bir konu üzerinde enine boyuna ve derinlemesine düşünerek onu iyice irdelemek olasıdır. (Şimdi bizim yapmaya çalıştığımız gibi…) ama bu çalışma tamamen bireysel zihnin inisiyatifine bırakılırsa, “aklın ayağının sürçmesi” olasılığı artar, konu gerçeklerden ortak doğrulardan uzaklaşır ve kişiselleşir. Çalışma / yorum / irdeleme bilgi ağırlıklı olmaktan çıkar ve belki “kurgu ağırlıklı”  denilebilecek bir nitelik kazanır. Eğer çalışmamızın bilgi ağırlıklı olmasını yeğlemişsek akıl yürütmemizi; doğru bildiklerimize, doğru kabullere güvenilir kaynaklara dayandırmakta yarar vardır. Buna kısaca, “bilgiyi bilgi ile sınayarak” yürütülen çalışma şekli diyebiliriz.   

  Az önce paylaştığımız dizelerinde de M. Celaleddin, besbelli ki, üzerinde olduğu konuda irdelemesini bir hayli sürdürdükten sonra kendi kendine sanki bir “yeterlilik önergesi” veriyor ve duruyor. M.Celaleddin’in ki düzeyinde bir akıl da olsa, “sürçme” ve yanılma olasılığı sıfır değildir. “…Akıl ayağının sürçmesinden korkuyorum” deyip duruyor. M.Celaleddin’in “imajinasyonun iğvası” (yanıltması/ aldatması) konulu uyarısını, hatta tehlikesini başka bir Mesnevi dizesinde de görüyoruz. Para kazanma ve biriktiricilik hırsıyla bağlantılı olarak şöyle söylüyor:

“Para kazanma hırsı senin yolunu tutmasın! Yanlış hayal seni kuyuya düşürür.”

  Birey çeşitli beşeri konularda ve durumlarda hayal kurmaya meyyaldir. İmajinasyon (daha doğrusu “tasavvur” yaratma ve yaratıcılık açısından gereklidir ama bunda aşırıya kaçmak, “kuyuya düşmek” kadar tehlikeli olabilir. Bu nedenle bu konuda da dikkatli olmak; beşeri açgözlülüklere nefsin hevâ ve hevesine kapılarak aşırıya kaçmamak gerek.

  Bununla birlikte, “aklım beni yanıltır” deyip de, biraz aklı zorlamamak yani fikir çilesi çekmemek de olmaz elbette. Zihin tembelliği anlamına gelen bu durumun makbul bir tutum olmadığını, tam tersine, düşünmemiz akletmemiz gerektiğini Kur’an âyetlerinden örnekler vererek daha önceki paragraflarımızda anlatmıştık. Kendi realitemizin ve aklı selimimizin elverdiğince ele aldığımız konuya; neden, niçin, nasıl sorularını sormadan onu bırakmamakta yarar var. Kur’an bile kendisini böyle bir irdelemeye ve eleştiriye açmışken ( Bkz. KUR’AN’I TANIYOR MUSUNUZ (Sayfa 138) Yaşar, N. ÖZTÜRK) her konuyu bu şekilde ele almakta özgürüz ve hakkımız var demektir. Ayrıca bunu yapmak durumundayız, zorunda değilsek bile. Çünkü bilmediklerimiz (üç temel kitaptan öğrenmemiz gerekenler) bildiklerimizin yanında bir “hiç” gibi kalıyor. M. Celaleddin, bu durumu şöyle yansıtmış dizelerine:

“ ‘Neden, Niçin?’ denilmeyen Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz. ”

  Eğer İlahi İrade’ye olabildiğince ve yapabildiğimiz kadar uyumlu yaşamak (ki buna “ibadet halinde” yaşamak da diyebiliriz…) bizim için önemliyse, O’nu anlama konusunda titizlik göstermemiz gerekir. Bunun içinde, aklı isâbetli ve dirayetli bir şekilde kullanma titizliği / dikkati içinde her şeyi sorgulamakta yarar var; esasen ALLAH’da bizden bunu istiyor: “Neden düşünmezsiniz / akletmezsiniz, hâlâ düşünmeyecek misiniz…” mealindeki ayetler için bkz. Neml62, Hakka 42, Sebe 9, Casiye 23, Enbiya 44, Kamer 15+17+32+40+42.

  Mesnevi’nin bu dizesi “gayb” kavramını da içeriyor olabilir: “Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz.” Yukarıda da belirttiğimiz gibi fizik ve fizik ötesi âlemle ilgili olarak bilmediğimiz yani bizler için “gayb” durumunda olan pek çok şey vardır.  Sürekli yeni yeni şeylerin keşfini duyuyoruz. Kur’an’da mealen “Gaybı yalnız ALLAH bilir” deniyor. (Hûd 123). Gaybı bilmek ALLAH’a özgülenmiştir ama, ALLAH bizden, âyetlerini incelememizi, ibret almamızı, irdelememizi de istiyor. O halde her şeyin bilgisine nüfuz etmek durumundayız. Gördüklerimizle yetinmeyip , görünenden hareketle görünmeye (gabya) nüfuz etmeye çalışmak sadece ALLAH’ın buyruğu değil, bilimin de yüzyıllar boyu yapmış olduğudur ve alimlerden Kur’an’da övgüyle söz edilir, bir alimin fikir çilesi içinde uykusuz gecelerin bilinen ibâdet şekillerinden üstün ve değerli olduğunu belirtmiştir, ALLAH, Kur’an’ında. (bkz. En’am 97, Ali İmran 7+190, Ankebut 49, Fatır 28, Fecr 27+30, Vaksa 7+21).  

  Geçmişte beşeriyet için “gayb” olan pek çok şey ve bilgi bu niteliğini yitirmiştir. Ama “gayb” nitelikli daha pek çok bilginin var olduğunu çok iyi biliyoruz. Bizler için şimdi “gayb” nitelikli olan birçok bilginin bizden daha üstün şuur düzeyinde olan varlıklar taraf bilindiğini de biliyoruz. Onlar zaman zaman bizlere bu bilgilerden bizim layık olduğumuz kadarını lütfediyorlar, elbette ki, ALLAH’ın izniyle. Bunlardan bildiğimiz en son örneği şükranla anımsamadan edemiyoruz. 2013 Nisan’ına kadar bilmediğimiz (yani bizler için “gayb” durumunda olan) pek çok bilgi İLAHİ NİZAM ve KAİNAT kitabının çıkış ile “gayb” niteliğini yitirdi. İşin daha da ilginç ve ibretlik yanı bu kitabın bilgi kaynağı olan planı, kendisinin de daha bilmediği pek çok şeyin olduğunu açıklıkla belirtiyor. Yüce M. Celaleddin’in belirttiği gibi, “Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz” Hele kendinden habersiz; yüzlerinde nur, kalplerinde  onur ve basiret bulunmayan câhiller bunu hiç anlamaz. Nefislerinin iştahını din sanan sapmışlar bundan habersizdir. Bu nedenle “sapmışlık” tam “kendini bilmezlik” ten kurtulup, “kalp temizliğine” yönelme ve yönlendirme konusunda Kur’an’da pek çok âyet vardır.       

  Her şeyin temelinde olduğu gibi câhilliğin de temelinde bulunan kendini bilmezlik ve dolayısıyla âdap, edep özürlü bir nefs her türden beşeri zaaf ve kusurların ana nedeni olmaktadır. Beşerin bu gelişmemişliğini ve ham yanını (akıl kavramıyla da bağlantılı olarak) M. Celaleddin bir mesnevi dizesinde “hayvanlık” olarak betimliyor. Bu arada cahil bireyin belirgin vasıflarını da şöylece veriyor:

“Cahilin lütfu ve merhameti azdır ve onların hayvanlıkları akıllarından üstündür. Sevgi ve merhamet insanlığın, hiddet ve doymazlık ise hayvanlığın vasıflarıdır.”

  Sadece inisiyatik ve spiritüel öğretilerin değil, dinsel öğretilerin ve özellikle de Kur’an’daki İslam’ın temel konularından birinin câhillik olduğunu biliyoruz. Her türlü beşeri kötülüğün ve kabaca cüretkarlığın nedeni cehâlettir. Belirtilen öğretilerde, beşeri ve beşeriyeti kötülüklerden arındırmaya yönelik olduğu için , öğretilerin temelinde câhilliğe dikkat çekilmesi doğaldır. Ama yine de, içinde bulunduğumuz devre bitti bitecek, dünya beşeriyeti kötülüklerden arındırılmış değil. Demek ki bu cahillik, okullarda verilmeye çalışılan öğretimle, bilimsel ilerlemeyle, teknolojik gelişmeyle vb. ilgili değil. Bilimin son olanaklarını kullanarak; pek çok kötülüğe, katliama, soykırımlarına savaşlara ve teröre zemin hazırlanmaktadır.

  Yüce M. Celaleddin’in de Mesnevi de sözünü ettiği bu cehalet, kişinin kendine karşı cahilliği, yani kısaca kendini bilmezliği ve bundan kaynaklanan “akılsızlık” türleri olmaktadır. Omurgasında kendini bilmezlik olan bu cahillik ve akılsızlık ile dünya beşeri rahmet dinini, zahmet ideolojisine dönüştürmüş ve yaşamı tırmandıkça dikleşen bir yokuş durumuna getirmiştir. ALLAH’ın rahmet dinini zahmet ideolojisine dönüştüren bu kara yürekli cahiller toplumların her kesiminde “baş belası” durumundadırlar. Bu anlamda cehâlet, bir bakıma ; gözlerde perde (Kur’an’da “körlük”) , kalpte örtü ve kulaklarda işitmeye engel bir ağırlıktır. Bu durumda olanlar Kur’an’sal ifadeyle “diri olmayanlar” olarak Rum 52’de ve ayrıca da Hz. İsa öğretisinde ifadesini bulmuştur. (bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları)  

  Yukarıda paylaştığımız Mesnevi beyyinesinde de gördüğümüz gibi, temel niteliği “akılsızlık” olan cahilin sâdece merhameti değil lütfü da (vericiliği/ fedakârlığı da) kıttır.  Bir şey verse bile, onun ardından çıkarcılığa / ranta yönelik bir beklentisi vardır. Örneğin, câhil dincinin (kıldığı namaza, tuttuğu oruca karşılık) cennet beklentisi, erzak ve kömür dağıtan politikacının halktan oy beklentisi gibi…Halkın bilgisizliği ve duygusallığını sömüren emperyal zihniyet de esasen bundan başkası değildir…Bu gibilerin hegemonyaları ( egolarını yani “hayvanlıkları”nın) akıllarından üstün olduğunu M. Celaleddin yüzyıllar önce söylemiş bizlere. Bu durum, kadim Budizm öğretisinde üç zehirden biri olarak verilmiştir: Bu üç zehir; öfke, hırs ve cehalettir. Bunların üçü de edeplendirilmemiş nefsin niteliklerinden olup, böyle bir nefsin egemenliği altındaki akıl da bireyin başına beladan başka bir şey değildir. Bu kimsenin IQ’su tavan yapmış olsa da, birkaç fakülte bitirmiş olsa da, aslında “akılsızlar” sınıfının üyelerindendir.

  Asıl konumuz olan akıl kavramıyla yakın ilgisinden dolayı akılsızlıkla bağlantılı olarak câhillik konusunu sürdürüyoruz: Mesnevi dizesindeki anlamda cahilliğe yenik düşenlerin “diri olmayanlar”, yani “ölü yaşamlar (“ceset olarak yaşayanlar”) anlamına geldiğini yukarıda belirtmiştik.  Örneğin, “O kimse ki biz onu dirilttik…”(Kur’an) demek, “Biz onu cahillikten kurtardık…” demek oluyor. Bu anlamda “diri olmama durumu”nun anlayışsızlık anlamına da geldiğini Rum 52’de de görüyoruz:  “Sen ölüye ve sağıra; arkasını dönüp giderken, çağrısını duyuramazsın.” Bu Kur’an beyyinesindeki “ölü” (“diri” nin tersi olarak) “anlayışsız” demektir.

  Temelinde akılsızlık bulunan anlayışsızlıktan kurtulmanın yolu elbette ki yaşam sınavları sonunda olgunlaşıp “pişmek” tir. İçsel gelişim ve olgunlukla gelen akıllılık ve anlayış böyle oluşuyor. Yani Bedri Ruhselman’ın ifadesiyle “deneyim ve görgü birikimini arttırmak…” Konumuzla ilgili bir atasözünde de bunu görüyoruz: “Akıl deneyim ile kemal bulur.” (3) Görgü ve deneyim birikimi bakımından belli bir düzeye gelmemiş kişinin elinde akıl yani “akısızlık” tehlikeli bir araçtır. Bu nedenle çok yerinde olarak “Akıl bir attır, dizgini arifin elinde gerek.” (3) Bu son iki atalar sözünde anlamını bulan akıl, bir bakıma (M. Celaleddin’in dizelerinde gördüğümüz “hayvan aklı” ile özdeş oluyor. Bu gibiler sadece kendilerine yönelik örgüt ve uyarılardan bir şey anlamamakla kalmaz, baktıklarında da görmezler. “Kafa boşsa göz işe yaramaz.” (3) demiş atalarımız. Aynı dikkat çekmeyi Kur’an beyyinesi olarak İslam’da da görüyoruz: “….kalpleri vardır anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır işitmezler. Onlar 4 ayaklı hayvanlar gibidir…” (Araf 179). Bu durumda olan, yani korkunç bir cehaletin zebunu durumunda bulunan kişinin niteliklerini şöylece sıralayabiliriz: Gözleri donuk, yüreği katı, ibadeti Kur’andan kopuk, eli çolak, dili tutuk, edası mahkûm, işi korkaklık, ahlakı boyun eğme, üslubu yağcılık, bilgisi tekerleme.

  Akıldan yoksun ve cehâletle yoğrulmuş olan bu gibilerin elbette ki ne kendilerine, ne de topluma yararı vardır. Dahası, bunlar aynı zamanda kolayca kandırılabildikleri için sürüleştirilerek yönetilmeleri hiç de zor değildir. Bu nedenle özellikle sömürü dinciliğine bulaşmış basiretsiz yönetimler için bu kitle paha biçilmez nimettir. Kişilerin câhil kalmasını (uyanmamasını / aydınlanmamasını isteyen) saltanat aracı bile bu yönetim zihniyeti yokluğa ve tükenişe teslim oluşluğun toplumsal ya da siyasi boyutudur. Esasen her toplum / zümre kendi gelişmişlik düzeyine göre kendi liderini seçer. Hırsız çetesinin reisi, en kurnaz hırsızdır; terör unsurlarının lideri en gaddar ve acımasız terörist başıdır. Durum ve aslında apaçık amacı gerçek böyle olunca, o toplumun; cehlin tasallutu ve taassubun kini ile yoğrulması, yani kaba eprövlerle boğuşması kaçınılmaz olur.

  Görüldüğü gibi ve tarihten de bildiğimiz kadarıyla, toplum kendi “firavununu” kendi yaratıyor. Firavun nitelikli zalim yönetici “akılsızlar” dan oluşan seçmenler topluluğu tarafından seçimle işbaşına gelebileceği gibi, başlangıçta firavun nitelikli olmayan bir yönetici de zamanla zalimleşebilir. Tam idrakli varlıklar olmadığımız için, doğru yoldan sapmak her zaman olasıdır. Her iki durumda da akılsız, zâlimin zulmüne zamanında tepki verilmezse (ki bu, Kur’an’a göre zulümle ortaklık anlamına geliyor) o zalim zaman içinde giderek zalimleşir. Bu zalimleşmeden sadece o zalimin kendisi değil, o toplumda sorumludur ( en azından o zâlimi oylarıyla iş başına getirenler ve destekleyenler de vebal altına girmişlerdir). Bu gibiler için ALLAH, özbenliklerine zulmetmiş olanlar” söylemini kullanıyor (Nisa 97). Hele bu zihniyetin mensupları (yönetenler ve yönetilenler olarak) ALLAH’ın dinini siyasete araç yapmışlar ise ilahi lanete müstahak oluyorlar. “ALLAH’ın laneti, zalimlerin üzerine olsun!” (A’raf 44) ALLAH’ın beşeriyete yönelik hitap şekillerinden biri olan Kur’an’da şunu da görüyoruz (Enfal 53): “ALLAH, bir kavme ihsan ettiği, o kavim öz nefsini değiştirmedikçe, değiştirmez.”   

  Görülüyor ki bütün sorun; dönüp dolaşıp temelinde kendini bilmezlik bulunan cahillikten ve akılsızlıktan kaynaklanıyor. Tüm kötülükler; bilginin cehalete, gerçeğin yalana yenik düşmesi sonucunda oluşuyor. Konunun bu öneminden dolayı , sadece Kur’an’sal öğretinin değil, tüm seçkin inisinasyonların omurgası, kendini bilmek ve cehaletten kurtulmak olmuştur. Kendini bilmeye ve dolayısıyla “Rabbini bilmeye” (Hz. Muhammed) yönelik tüm ibâdet şekilleri makbul uygulamalardır. Durum böyle olunca yüce M. Celaleddin’in akıl / akılsızlık, câhillik konusunda yaptığı vurgulamalara hak vermemek elde değil. Son ele aldığımız ve üzerinde durmakta olduğumuz dizelerdeki, “….hayvanlıkları akıllarından üstündür.” ifadesi belki bazı okurlarımız tarafından başlangıçta onur kırıcı abartılı bir benzetme olarak algılanmış olabilir ama bu akurlarımızın da, bu kadar açıklamalar / örnekleme göndermelerden sonra, umarız M.Celaleddin’e hak vermişlerdir…

  Buraya kadar ki irdelememizde, gelişmemiş kaba nefsin etkisi altında bulunan aklın, kişiyi her ana kusurlu bir uygulamaya sokabileceğini ve onun güvenilir olmadığını yer yer belirtmiştik. Böyle bir aklın niteliklerinden biri de hilecilik ve buna bağlı olarak da yalancılık ve kurnazlıktır. Böyle bir akıl, etkisi altında olduğu nefsin bencilliği ve çıkarcılığı nedeniyle; başkalarına yardımdan, rehberlikten ve yol göstermecilikten çok “hep bana, hep bana” zihniyetiyle onlardan yararlanmak ve hatta onları sömürmek meylindedir, bunu kurnazlık sanır ve hatta bununla öğünür. M. Celaddin bu beşer tiplemesine, Mesnevi’sinin bir yerinde şöyle değinmiş:

“Hileci akıl her zayıfa yol gösterici olmaz.”

  Hilecilik, aynı zamanda; yalancılık, sahtekarlık ve düzenbazlıktır. Bunların hepsinin temelinde “hep bana” cılık, çıkarcılık ve hodkâmlık vardır. Çıkarcı ve hodkâm olmayan akıl sahibi diğerkâmlar (elçidir/vericidir) ve en az kendisi kadar başkalarını da, onların haklarını da düşünür. Elbette ki daha da iyisi, kendinden önce başkalarını düşünmektir; gerektiğinde kendi haklarından feragat etmektir. Kurnaz ve hileci nefsin egemenliği altında bulunan akılda bunlar olmaz. Hileci akıl sahibi için, her şey ve herkes kendi çıkarları için kullanılacaktır sömürülecek ve tüketilecek birer araçtan / fırsattan başka bir şey değildir. Bireysel düzeyde olan bu zâfiyetin ve insan onuruna yakışmayan talihsizliğin toplum ve devlet düzeyindeki boyutu kapitalizmdir. Kapitalizmin hegemonik gücü altında, zengin kuzey ile yoksul güney arasında görülen gelir dağılımındaki adâletsizlik iyice belirginleşmiş durumdadır. Sözde modern 21.YY’ın dünyasındaki bu acı gerçek, beşeriyetin yüzkarası olarak olanca çirkinliğiyle gözler önünde bulunmaktadır. Bu beşeri kursun temelinde hileci beşeri aklın onur kırıcı basiretsizliği vardır. Böyle bir aklın rehberliğinden elbette ki (bu aklın sahibinden başka) kimseye yarar gelmez. Aslında bu da “yarar” değil, vebaldir ve zarardır. Bu “akılsız”, başına negatif karma örüp durmaktadır ama “körlüğünden” dolayı bunun da farkında değildir. Bu gibi kimseden veli ve rehber edinmenin de başı dertten kurtulmaz. Sözün tam da burasında “Kılavuzu karga olanın….” diye başlayan atalar sözünü anımsamamak olası mı? Ya buna ne demeli: “Akıllıyı arkada tutma, akılsızı / ahmağı rehber yapma (!)” (3) Buyurun bir tane daha = “Ahmağa efendi olmaktansa, akıllıya kul olmak yeğdir.” (3) Yüce M. Celaleddin de bunun kendi üslûbuna göre söylemiş = “Hileci akıl her zayıfa yol gösterici olmaz.” Burada “zayıfa” sözcüğünden (her türüyle) yardıma ve rehberliğe ihtiyacı olan muhtaç durumdaki bireyi anlıyoruz. Hileci, kurnaz akıl kendi çıkarına uygun olmayana zaten yardım etmez; yardım ettiği durumlarda da, kendisi için zahmete değer bir rant var mı, yok mu buna bakar. Burada “Gör beni, göreyim seni…”geliyor aklımıza değil mi? Bakın, aynı içerikte, yüzyıllar içinden süzülerek gelmiş ve kadim bilgeliği yansıtan bir tane daha var: “Bak bana bir gözle, bakayım sana iki gözle.” (3)

  Görülüyor ki, herkesin gelişmişlik düzeyi farklı olduğu için, nefsaniyetlerinin kalabalık / incelik (süptillik) düzeyleri de farklı farklı; dolayısıyla, nefislerin, akılların üzerindeki etkileri de değişiktir. Yani kısacası, “Akıl akıldan üstündür.” Bu nedenle istişare (şûra, meşveret, danışmak, görüşmek, bilgi alışverişi) bilge kişinin harcıdır. Kimden ne çıkacağı belli olmaz. “İman ve para kimdedir, bilinmez…”söylemi bunu biraz yansıtır. Danışma / istişare / şûra, Kur’an’da Peygamber’e yönelik bir hatırlatmadır: “…iş konusunda onlarla danış.”(Ali İmran 159).

  Mesnevi’de konumuz olan “akıl” kavramıyla bağlantılı olan danışma konusundaki dizelerden birinde M.Celaleddin’in şöyle dediğini görüyoruz.

“Danışmak ileriyi görenlerin kârıdır, Akıl aklın sırdaşıdır. Çünkü bu Peygamberin sözüdür. O, ‘danışılan kimse emin olmalıdır’ dedi.”     

  İleriyi gören basiretli insan, gerek kendi bildiğini test etmek, gerekse bildiğinden daha iyisine ulaşmak için danışmakta hiçbir sakınca görmediği gibi, bunu her fırsatta yapar. Çünkü basiretli bilge insan, her şeyin en iyisini kendisinin bildiği iddiasında değildir. Onun için, kendisinden daha iyi düşünenlerin / akledenlerin olma olasılığı her zaman vardır. Dahası, kâmil akıl sahibi insan, birçok kimseden akıl alır ve onları zaman mekân koşullarına göre akıllıca birleştirerek kendi kararını vermekte de ustadır. İleriyi göre akıllı insan iyi bir gözlemcidir de; gözlemlerine, duygularını ve ön yargılarını karıştırmaz,  değerlendirme yapmadan gözlem yapmasını” (4) bilir. Bu nedenlerden dolayı, M. Celaleddin’in belirttiği gibi, “Danışmak, ileriyi görenlerin kârıdır.”

  Tüm bunlardan sonra, danışılan kimse elbette ki güvenilir olmalıdır. Bunu peygamberin sözü (hadis) olarak bize aktarıyor M. Celaleddin. Güvenilir insanın en önemli özelliği ya da yeteneği selim aklıdır. Bilindiği gibi İslam’ın son peygamberi Hz. Muhammed’in de (çocukluğundan itibaren) en belirgin kişilik özelliği güvenilir olmasıydı; dost / düşman  herkes ondan emindi. Zaten takma adı da “Emin Muhammed” di. Yüce Atatürk de bir özdeyişinde “Bir genç her şeyden önce güven vermelidir” demişti. Atatürk’ün cumhuriyetimizi emanet ettiği bu “güvenilir / güven veren” gençlerden günümüzde yeterli sayıda var mıdır acaba diye sormadan edemiyoruz. Uyuşturucu ve sigara kullanma yaşının 11’lere kadar düştüğü toplumumuzda bu akılsızlıktan kaygılanmak olası mı? Neyse bu konu da ayrı ama asıl konumuz olan “akıl” kavramından, aklın olumlu yönde kullanılması durumundan çok da uzak sayılmaz…

  Evet, “Danışılan kimse emin (güvenilir) olmalıdır”  ve danışmak iyidir ama danışılan / danışılacak kimsenin seçimi belki daha da iyidir. Güvenilir insanın özellikleri bellidir. Günümüzde güvenilir insan bulmak çok kolay değilse de bu konuda biraz titiz davranarak doğru seçimde bulunabiliriz. Böyle bir duyarlılığa gerek var; çünkü kuşku uyandırıcı ve güven sarsıcı durumlar ve tutumlar gözden kaçmayacak kadar yaygın. Sözünde, durmak, yalan söylememek, ikiyüzlülük yapmamak vb. vb. Bunlar, bu meziyetler günümüzde özlenir kişilik özellikleri oldu. Ama bu sorun dünya beşeriyetinde yüzyıllardan beri var ki atasözlerine bile geçmiş ve günümüze kadar gelmiş. İşte birkaçı (3):

“Adam ona derler ki, sözünden dönmez.”

“Er olan sözünde durur”

“İnsan, sözünden; hayvan, yularından tutulur.”

“Söz verme; verdinse, dönme!”

“Söz vermek kolay; iş, onu tutmakta.”

  Evet, bilgelik dolu bu sözlerin hepsini sözünde durmak yani “yalancı” durumuna düşmemek üzere seçtik çünkü toplumumuzda (hem de %99’u da Müselman) en yaygın yozlaşma görünümlerinden biri bu.. Üzerinde olduğumuz “akıl” kavramıyla (“aklı ermemek” şeklinde) bağlantılı olan Maide 103 başta olmak üzere yalancılık konusuyla ilgili olarak birçok ayet vardır Kur’an’da (5). ALLAH’ın bize hitap şekillerinden biri olan Kur’an’a göre,verilen söz (akit) sorumluluk yüklüdür (İsra 34). Yerine getirilmeyen söz kişiyi vebal altına sokar. Akıl ve arif kişi verdiği sözün kendisine sorumluluk yüklediği bilincindedir ve sözünün yalana dönüşmemesi konusunda duyarlıdır. Ama ne yazıktır ki, günümüzde; yalan dolan ile iş görmekte ileri gidip, bundan kazanç elde etmekten utanmayanların sayısının az olduğu söylenemez ve daha da acısı bunların hemen hemen hepsinin nüfus cüzdanlarında “İslam” yazıyor. Yapamayacağınız şeyi söylemek ALLAH katında büyük günah olduğu halde (Saff 2 + 3), bu sağlıksız iletişim ve ilişki içinde birbirini kandırmaya çalışarak hak ihlallerine neden olan kimseler de az değil. bir de, Yalan düzerek ALLAH’a iftira edenlere” (Nahl 116) ne demeli? Ya,”ALLAH’ı aldatmaya uğraşanlar…?” (Nisa 142). Bu tür “akılsız” tiplemelerin hepsi için, M.Celaleddin; “hileci akıl” be “hayvanlıkları, akıllarından üstün olanlar”  söylemlerini kullanmış, az mı? Bu söylemlerimizi ve Kur’an ayetlerini örneklemeye gerek görmüyoruz çünkü günlük yaşamda, yazılı / görsel medya bu örneklerle dolup taşıyor.

  Tüm bunlardan sonra, yüce M.Celaleddin’in elbette ki “kâmil akıl” için de söyledikleri var elbette. Buraya kadar bazı Mesnevi dizelerinde aklın nefsani yönde kullanışını gördük. Elbette ki aklın vicdâni yönde kullananlar da var. Dolayısıyla aklın iki yönde kullanılması sözkonusu: Vicdâni ve Nefsâni. Enkarne varlıklar gelişim süreçleri içinde / boyunca akıllarını önce (ve bir süre, hem de uzunca bir süre) nefsâni yönde kullanırlar. Ama beşeri realite basamaklarında yükselindikçe, nefsâni kullanım giderek vicdani kullanıma dönüşür. Aklın nefsâni yönde kullanımı sırasında birey, bu kullanım nedeniyle kaba / ıstıraplı yaşam sınavlarından geçe geçe aklın böyle kullanımının akıl kârı olmadığını anlar. Bunu anladığı zaman zaten nefs epeyce usanmış ve “akılsızlık” tan (Budizm’deki ifadesiyle “ahmaklıktan”) kurtulmuş ve birey vicdanının sesini daha çok duyar duruma gelmiştir. ALLAH’ın (Kur’an, evren ve insan kitaplarındaki) ayetlerine nefsâni bir akılla yönelmekle, âyetlere vicdâni bir akılla yönelmek arasında elbette ki çok fark vardır. Vicdani bir akıl sahibinden öğüt / yardım / rehberlik almak ile, nefsâni bir akıl sahibiyle bu konuda işbirliği yapmak arasında çok çok fark vardır. ALLAH’ın ayetlerini incelerken (ki, ALLAH bizden bu incelemeyi çok iyi yapmamızı istiyor) vicdan kanalına bağlanmış olarak bunu yapmak içsel gelişim açısından (“insanlaşma” yönünde) ve o ilahi kanala (Kur’an ifadesi ile “ALLAH’ın ipi”ne ) giderek daha sıkıca bağlanmak (6) açısından çok yararlıdır ve bir bakıma farzdır. Çünkü ALLAH bizden bunu istiyor: ALLAH bizlerin gelişmesini cennetine girmemizi (7), kendisine yardım etmemizi (8) istiyor. Gelişim süreci içinde idraklenme şuurlanarak, hakka (gerçeğe) ulaşmak ve “gayb” olana daha çok nüfuz etmek de böylece olasıdır.       

  Bu olgunluk düzeyine ulaşmak, elbette ki tekrar tekrar doğuşlar boyunca elde edilecek olumlu bir sonuçtur ama son değildir. çünkü gelişmek sonsuzdur. Bu ALLAH’a doğru gidiş (seyr-i sülük) yolculuğudur ve bitmez. Bununla birlikte belli bir zaman – mekân kesitinde (M. Celaleddin’in ifadesiyle “kâmil akıl”a sahip olmak olasıdır ve kâmil akıl sahiplerinin sayısı da, böyle olmayanların sayısından çok azdır. Değerli olan nâdirdir, nadir olan değerlidir. “Kâmil akıl” ın geçtiği Mesnevi dizesinin tamamı şöyle:

“Senin cüz’i ve acayip bir aklın var, cihanda kâmil akıl sahibi ara. Cüz’i aklın, küll ile elbette ki küll olur. Çünkü akl-ı küll, alçak nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir.” (9)

  Mutlak anlamda külli akıl (akl-ı küll) elbette ki ALLAH’ındır ama belli bir zaman–mekân diliminde (belli bir realitede) orayı kapsamına alan bir ya da birden fazla (oranın koşullarına ve o gelişim düzeyine uygun külli akıl da söz konusudur. Bu beşeri akıldır ama makbul düzeyde bir beşeri akıl (cüz’i akıl). Elbette ki bunun da üzerinde kâmil insan aklı… M. Celaleddinîn “…cihanda kâmil akıl sahibi ara…”demesinden iki anlam çıkarılabilir: 1)Kâmil akıl o kadar nadirdir ki, ara ara bulasın, 2)Akıl almak için kendine rehber / mürşid edinmek istiyorsan kâmil akıl sahibi ara, cüz’i akıldan bol bir şey yok… dizedeki ifâdeye iki şekilde de yaklaşsak iki tür akıl arasındaki fark belli.

  Aslında bu ayrımı yapabilmek de “akıllı” olmaya bağlı. Bu anlamda “akıllı” olmanın önemi, seçim yapmamız gereken durumlarda ikiye katlanır. Çünkü yaratılıştan seçme özgürlüğümüz var ama (Sebep – Sonuç Yasası’na göre) seçimlerimizin sonucuna katlanma zorunluluğu da var. Yukarıdaki Mesnevi beyyinesinde anlamını bulan akıllık kapsamında “akıllı olmak” çok önemli. Bu anlamda “külli akla sâhib olmak” gerçek anlam da (hatta “varlıksal anlamda”) bir güçlülüktür. Cüz’i (beşeri) akılda kalmak zayıflıktır. Çünkü cüz’i akıl büyük ölçüde nefsin egemenliğinde ve duygusallığın tökezletici etkisi altındadır. Belli bir realitenin “külli akıl” düzeyinde bulunmak, o realitenin bilgisini vicdan kanalıyla almış / özümsemiş olmak ve bir üst realitenin adayı olma liyakatine kavuşmuş olmak demektir. Dahası, belli bir realitenin “küllî aklına sahip olmak” demek, bu akıl düzeyinin verdiği güç ile nefsin kontrolünü (dizginlerini) yakalamış olmak demektir. Bu nedenle olsa gerek yüce M.Celaleddin, “…akl-ı küll, alçak nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir” diyor. Nefs, içimizdeki şeytan olduğuna göre, İslam’ın son Peygamberi, “Ben nefsimi / şeytanımı / Müslüman ettim” derken, bunu kasdediyor olmasın? Ne dersiniz? Bu arada, yorumlarımız her türlü eleştiriye açıktır. Değerli okurlarımız değerli görüşleriyle değerlendirmelerde bulunurlarsa, noksanlarımızı görme ve çalışmalarımızı zenginleştirme fırsatı bulacağız.

  Mesnevi’nin birkaç dizesinden hareketle “akıl” kavramıyla ilgili yorumumuzun sonlarına gelirken, varlıksal yapımızla da ilgili olarak, bu konunun ayrıntıları için İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT adlı esere (Ruh ve Madde Yayınları) başvurulmasında yarar görüyoruz. Takdir etmek bize düşmez ama bu bilgi külliyatından, vicdan konusu (“vicdan mekanizması” şeklinde) idraklenme bağlamında ( “yüzeysel / küresel zaman idrali”, “yarı idrak”; “süptil idrak” vb. kavramlarıyla) çok güzel anlatılmıştır. Akıl, zihin, idrak ve bunların gelişim olgusu içinde ruhun tekâmülüyle alan bağlantılarını derinlemesine görmek isteyen okurlarımıza bu eseri önermeden geçemedik. İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT’ın içerdiği bilgiler; Kur’an, Mesnevi ve benzeri eserleri daha iti anlamamızı kolaylaştıran beyyinelerle doludur.

 

1-KİNDÎ, FELSEFÎ, RİSALELER, Mahmut KATA, Prof. Dr. (Klasik Yayınları)

2-KİNDÎ, FELSEFÎ, RİSALELER, Mahmut KATA, Prof. Dr. (Klasik Yayınları), sayfa 303 (2. Baskı)

3-TÜRK ATASÖZLERİ, Metin YURTBAŞI – Özdemir Yayıncılık

4-ŞİDDETSİZ İLETİŞİM, Marshal B. Rosenberg, Prof. Dr. (Remzi Kitabevi)

5-Yalan / Yalancılık konulu ayetler : Vakıa 82, Alâk 14+14,İsra 34, Saff 213, Nahl 116, Zümer 3, Ali İmran 137

6-Bakara 256, Ali İmran 103

7-Bakara 221,Fecr Suresi

8-Saff14, Muhammed 7

9-Akl-ı küll: her şeyi kapsayan akıl (“külli akıl”) cüz= küçük, parça, dar kapsamlı olan şey

 

YARARLANILAN ESERLER :

KURAN

MESNEVÎ, MEVLÂNÂ- Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU - Akçağ Yayınları

KÎNDÎ, Mahmut KAYA, Prof. Dr. – Klasik Yayınları

İSLAM’DA AKLIN ÖNEMİ, Ahmte Y. ÖZEMRE, Prof. Dr. Kırkambar Yayınları

İSLAM’IN EVRENSELLİĞİ, Mehmet S. AYDIN, Prof. Dr. Ufuk Yayınları

İSLAM FELSEFESİ, Mehmet S. AYDIN, Prof. Dr. Ufuk Yayınları

KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N. ÖZTÜRK, Prof. Dr.

LAİKLİK, Yaşar N. ÖZTÜRK, Prof. Dr.

İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, Bedri RUHSELMAN, Dr. - Ruh ve Madde Yayınları 

Yayın Tarihi: 05.Eylül.2015

 

© Astroset 2003-2015