Metafor / Kuantum Evren

WWW.ASTROSET.COM

Holografik Evren

Çeviren: Işık UÇKUN
Yayın Tarihi: 17.Şubat.2009

 

  1992’nin sonbaharında, dünyanın en büyük çağdaş fizikçilerinden birini kaybettik. Çalışmaları tüm dünyada pek çok kişiye ilham olan David Bohm, Londra’da hayata gözlerini yumdu. David Bohm’un bilime ve felsefeye olan katkıları çok geniştir, bu katkı gelecekte tamamen fark edilecek ve tamamlanacaktır.
  David Bohm 20 Aralık 1917’de Wilkes-Barre, Pennsylvania’da doğdu. Bohm, kozmik güçlerden, anlayışlarımızın ötesinde, çok daha geniş bir uzay kavramı ile ilgili şaşırtıcı düşüncelerden etkilenmiş bir bilimadamıdır. Bohm teorisine, modern fiziğin iki temel direği olan kuantum mekaniği ve rölativite teorisinin gerçekte birbirlerine zıt olduğunu öne sürerek başladı. 
  Üstüne üstlük bu zıtlık sadece küçük detaylarda değil, çok temel noktalardaydı; çünkü kuantum mekaniği gerçekliğin süreksiz, nedensiz ve mekandan bağımsız olmasını gerektirirken rölativite teorisi ise gerçekliğin sürekli, nedenli ve mekana bağımlı olmasını gerektiriyordu. Bu farklılığın matematiksel bazı tekniklerle aslında varolmadığı gösterilebilir ama bu yaklaşım Bohm’un teorisine sınırsız sayıda keyfi özellik getirir ve Ptolmaic Astronomi’nin parçalayıcı teorisini birleştirmek için kullanılan ilmekleri anımsatır.
  Dolayısıyla, bilim adamları arasında yaygın olan anlayışa karşıt olarak, yeni fizik temeli itibariyle kendi içinde çelişiyor gibi görünüyor ve yeni, tamamlanmış bir gerçeklik modeli sunmaktan uzak duruyor. Pek çok önde gelen fizikçinin bu farklılığa yeterince ilgi göstermemesi Bohm için ileride sorun oldu.

  Kuantum fiziğine göre gezinen iki foton kuantası arasında ne kadar mesafe olursa olsun, ölçüldüklerinde her zaman özdeş bir polarizasyon açılarına sahip oldukları görülecektir. Bu da şu anlama geliyor; iki foton bir şekilde bir anda birbirleriyle iletişim kuruyor ve böylece hangi kutuplaşma açısında olacaklarını biliyorlar. Sonuçta, teknoloji parçacık deneyini gerçekleştirmek için elverişli hale geldi, ama hiç kimse sonuca ulaşan bir üretimde bulunamadı. Ardından 1982’de dikkate değer bir olay gerçekleşti. Paris Üniversitesi’nde, yöneticiliğini Alain Aspect’in yaptığı bir araştırma ekibi, 20 yüzyılın en önemli deneylerinden biri olabilecek olan çalışmayı gerçekleştirdi. Bu keşfin, bilimin yüzünü değiştirebileceğini düşünenler hala vardır. Aspect ve ekibi belirli koşullar altında atomaltı parçacıklarının, kendilerini ayıran mesafeye rağmen birbirleriyle anında iletişim kurabildiklerini keşfetti. İster 3 metre ya da 10 milyar mil uzakta olsun sonuç fark etmiyor, bir şekilde her parçacık, her zaman diğerinin ne yaptığını biliyor gibi görünüyordu.

  Buna göre ya Einstein’ın uzun süre kabul gören “hiçbir iletişimin ışık hızından daha hızlı gerçekleşemeyeceği” teorisi gerçekti ya da iki parçacık mekandan bağımsız olarak birbirleriyle bağlantılıydılar. Çoğu fizikçi ışıktan hızlı oluşu reddettiği için bu korkutan manzara, bazı fizikçilerin Aspect’in bulgularını açıklamak adına ayrıntılı yöntemler denemelerine neden oldu. Ne var ki diğerleri için de bu yöntemler, daha da radikal açıklamalarda bulunmalarını sağladı.

  David Bohm, atomaltı parçacıkların, birbirlerini ayıran mesafeye rağmen ilişkide kalabilmelerinin nedenini parçacıkların ileri geri bazı gizemli sinyaller vermelerine değil, gerçekte ayrı olduklarının bir illüzyon (aldatmaca) oluşuna bağlıyor. Bohm, fiziksel gerçekliğin nihai doğasının bize göründüğü gibi ayrı objelerin bir toplamı değil, daha çok sürekli ve dinamik bir akışa ait bölünmemiş bir bütün olduğunu önermektedir. Bohm’a göre, kuantum mekaniğine ve rölativite teorisine ait anlayışlar bölünmemiş, tüm parçaları tek bir birlik içinde birleşen bir evreni işaret etmektedir.

  Sözedilen bölünmemiş bütün statik değil, daha çok sabit bir akış ve değişim halindedir; buna her şeyin ondan varolduğu ve sonuçta her şeyin onda eriyeceği bir tür görünmez esir (eter) denilebilir. Aslında, zihin ve madde de bir bütündür. Bohm kendi teorisini “holo eylem” olarak tanımlıyor. Holo ve eylem kelimeleri gerçekliğin iki asli özelliğine işaret etmektedir. Eylem kısmı gerçekliğin sabit bir değişimi halinde olduğuna, akışın ise yukarıda bahsedildiği gibi olduğuna işaret eder. Holo kısmı gerçekliğin holograma çok benzer bir şekilde yapılandığını gösterir. Bohm, evrenin bir holograma benzediğini söylemektedir. 
  Dolayısıyla, bunun ne anlama geldiğini anlamak için, bir hologramın bileşenleri ve yapısı hakkında fikir sahibi olmamız gerekir. Hologramla ilgili birkaç açıklama bulunsa da, hologram fikriyle ilgili şunlar söylenebilir.

  Bir hologram meydana getirmek için, iki ışık huzmesine (lazere) ihtiyacınız olacaktır. Bir huzme, sizin hologram olmasını istediğiniz nesneye fırlatılacak ve diğeri de doğrudan özel fotografik plaka ya da film üzerine gönderilecektir. Bu iki ışık kaynağının karışarak oluşturduğu örüntüler plakayı etkileyecektir. Burada bir girdap oluşacaktır ve o anda plakaya bakarsanız, bu görüntünün bildiğiniz hiçbirşeye benzemediğini görürsünüz. Bununla beraber, eğer bir lazer ışınını bir film plakasının içinden geçirirseniz, nesne bir hologramın 3 boyutlu formunda yeniden oluşacaktır. Ayrıca eğer plakayı ikiye böler ve ışık huzmesini parçaların birinin içinden geçirirseniz nesnenin tamamı yeniden oluşabilir. Dolayısıyla, aslında her bir parça resmin bütününün bir modelini kapsayacaktır.

  Bohm’un konunun ilgililerini en çok ürküten iddialarından biri de, günlük yaşantılarımızın somut gerçekliğinin gerçekten bir tür illüzyon olduğudur, tıpkı bir holografik imajda olduğu gibi. Bunun altında yatan gercek, varoluşun daha derin bir düzeni; tıpkı bir holografik film parçasının bir holograma hayat vermesi gibi, fizik dünyamızın nesnelerine ve görünümlerine de hayat veren gerçekliğin daha geniş ve daha temel bir seviyesidir.

  Bohm, gerçekliğin bu daha derin seviyesine saklı düzen”, bizim içinde bulunduğumuz seviyeye veya varoluşa da görünür düzen adını vermektedir. Başka bir bakışla, elektronlar ve tüm diğer parçacıklar bir suyun kaynağından fışkırırken aldığı geçici formdan öte birşey değildir. Bunlar, saklı düzenden yayılan sürekli bir akış ile desteklenirler ve bir parçacık yok oluyor gibi göründüğünde de aslında kaybolmaz. Bu durumda parçacık sadece bünyesinden çıktığı derinlerdeki düzene geri dönmüştür.

  Bir holografik film parçası ve onun meydana getirdiği imaj da saklı ve görünür düzenlerin birer örneğidir. Film bir saklı düzendir çünkü kendisine kodlanmış olan imajın girişim modelleri, bütünden açığa çıkan saklı bir bütünselliğin yansımalarıdır. Filmden projekte edilen hologram görünür düzene aittir çünkü imajın açığa çıkmış ve algılanabilir haldeki bir görünümünü temsil etmektedir.

  Karl Pribram
 
Bohm, evrenin bir hologram olduğunun kanıtını bulan tek araştırmacı değildir. Beyin araştırmaları alanında bağımsız olarak çalışan Stanford’lu nörofizyolog Karl Pribram da gerçekliğin holografik doğasının varlığına ikna olmuştur. Pribram, insan beyninin hologram şeklinde modellenebileceğini söylemektedir. Pribram, holografik modele; anıların beyinde nasıl ve nerede depolandığını araştırırken çekilmiştir. Onyıllarca devam eden sayısız çalışma anıların beyinde spesifik bir yerde sınırlanmaktan çok beyinde dağıldığını göstermektedir. 1920’lerde gerçekleştirilen bir dizi beyin bölgesi araştırmasında Karl Lashley, bir tavşanın beyninin hangi bölümü çıkarılırsa çıkarılsın karmaşık görevleri yerine getirmekle ilgili ameliyattan önce öğrendiklerini tavşanın hafızasından tamamen silemediklerini görmüştür. Tek problem şudur; hiç kimse hafıza deposuna ait bütünün, her bölümünde bulunan bu mekanizmayı açıklayabilecek bir mekanizma ortaya çıkaramamıştır.

  Ardından 1960’lı yıllarda Pribram hologram kavramıyla karşılaştı ve beyin bilimcilerinin aradıkları açıklamanın ne olduğunu fark etti. Pribram hafızanın nöronlarda ya da küçük nöron gruplarında değil; tüm beynin, lazer ışını girişim modellerinin holografik bir imajını içeren lazer ışığı modelleriyle aynı şekilde, çaprazlama bölen sinir impulsları şeklinde kodlandığını kabul etmektedir.

  Pribram’ın bulgularından yararlanan Bohm, beyinlerimizin daha büyük bir hologramın küçük birer parçaları olduğunu belirtmektedir. Yani beyinlerimiz, evrenin tüm bilgisini içinde barındırmaktadır. Ama henüz zihinlerin evrensel holograma ilişkin ne kadar sınırlı bir bakış açısı içinde  olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Beyinlerimiz bizim algı pencerelerimizdir. Her zihin her zaman bütün resmi kapsar, ama sınırlı ve net olmayan bir bakış açısıyla. Bizler her birimiz yaşamlarımızda farklı deneyimler ediniriz ama yine de her bakış açısı doğru kabul edilir. Beyinlerimiz, zamanın ve mekanın ötesinde yeralan varoluşun daha derin olan başka bir boyutuna ait bazı frekansları yorumlamak suretiyle matematiksel olarak nesnel gerçekliği oluşturur.

  Beyin, holografik evrende tezahür eden bir hologramdır. Bizler kendimizi mekanda hareket eden fiziksel bedenler olarak görebiliriz. Ya da kendimizi kozmik hologram boyunca açığa çıkmış girişim modellerinin bulanıklaşmış bir hali olarak görebiliriz.

  Bu aynı zamanda beynin, modelleri yorumlamak için holografik filmin içinden yansıtılan lazer ışını huzmesine benzediği anolojisiyle de açıklanabilir. Sonuçta, lazer ışını projeksiyonlarını farklı açılarla kullanarak aynı film üzerinde birden fazla hologramın girişim modellerini saklayabilirsiniz. Dolayısıyla, filmden gönderdiğiniz ışının doğrultusuna ve frekansına göre farklı bir hologramın ortaya çıktığını göreceksiniz. Bu beyne uygulandığında da şuur tam olarak algısının açısına göre şekillenen gerçekliğin ortak-yaratıcısı haline gelir. Bu,  ben bir ağaca bakıyorsam o ağacın gerçekte orada olmadığı anlamına gelmez. Ağaç çok boyutlu düzeylerde oradadır ve bu da benim akort olduğum şuur düzeyine bağlı olarak ağacın kesitini gördüğüm anlamına gelir. Eğer beyin türlerin dekoderiyse, şuurun farklı hallerine ya da frekanslarına akort edilebilir ve ben, kendi akort olduğum gerçeklik düzeyine bağlı olarak, ağaç gerçekliğinin farklı seviyelerine akort olabilirim demektir. Dolayısıyla, zihin gerçeklik fenomeninin kendisine katılır sadece gerçekliğin bilgisine değil. Holografik olarak işleyen bir beyinde bir şeyin hatırlanan imajı, duyular üzerinde o şeyin kendisi kadar etki yaratabilir.

  Bohm saklı düzen fikrini, tüm evrenimizin içinden çıktığı varoluşun derin ve mekandan bağımsız düzeyini şu düşünceyi yansıtmak için kullanıyor: saklı düzende her eylem bir niyetten kaynaklanıyor. İmajinasyon (zihinde resmetme, hayal etme), formun yaratılışıdır, o zaten kendisini sürekli kılacak tüm hareketlerin tohumlarını ve niyetlerini kendisinde barındırır. Ayrıca bedeni de etkiler, böylece yaratılış saklı düzenin daha ince seviyelerinden bu şekilde gerçekleştiğinde, dışsal olanda tezahür edene kadar saklı düzende varlığını sürdürmeye devam eder.

  Başka bir deyişle, saklı düzende, tıpkı beyinde olduğu gibi, imajinasyon ve gerçeklik ayırt edilemez bir haldedir ve bu yüzden de bize zihindeki imajların fizik bedende gerçeklik olarak tezahür etmesi sürpriz gibi gelmemelidir. Dolayısıyla, imajlar kullanılarak, beyin bedene, daha fazla imaj üretmesi de dahil olmak üzere, ne yapması gerektiğini söyleyebilir. İşte bir holografik evrende zihin-beden ilişkisi böyledir. Holografik modele göre; zihin ve beden, beynin gerçekliği deneyimlemek için kullandığı nöral hologramlarla, bir gerçekliği imajine ederken çağırdıkları arasındaki farkı ayırt edemez. Bu etki öyle güçlüdür ki her birimiz sağlığımızı etkilemek ve fiziksel formumuzu kontrol etmek için belli bir düzeyde yeteneğe sahibizdir.

  Çağdaş bilim adamları Bohm’un çalışmasını görmezden gelebilirler (tıpkı pek çoklarının yaptığı gibi), ama bu çalışmanın içerdiklerinden kaçamazlar. Bohm’un hipotezi fizik bilimine ait deneysel ve dikkatli bir zemin üzerine oturuyor ve bu yüzden de sadece fizik ile ilgili yeni bir yol olmakla kalmayıp aynı zamanda bir “yeni fiziktir”, yani bu fizik evrenin vazgeçilmez doğasını anlamaya yönelik tamamen yeni bir yoldur, çünkü fizik biliminin yasalarında ve verilerinde görülen budur.

  Görüntüler dünyası yanlış değildir, bu bilgi, gerçekliğin bu düzeyinde herhangi bir nesne olmadığını göstermez. Bu, evrene yeterince nüfuz ederek holografik bir sistemle bakarsanız farklı bir gerçekliğe ulaşırsınız anlamına gelmektedir. Bu diğer gerçeklik ise şimdiye dek bilimsel olarak açıklanamaz olan şeyleri açıklayabilmektedir; yani paranormal fenomenleri ve eşzamanlılığı, anlamlı tesadüfleri izah edebilmektedir. Bohm’un holografik teorisi beyin fizyolojisinde ve insan şuurunda verimli bir uygulama alanı bulmuştur. Bu teori yeni araştırma alanları açmakta, şimdiye değin bilinmez kalan fenomenleri haber vermekte ve yeni tahminlerde bulunmaktadır.

  Bohm, parçalı olmayan bütünsellik hipotezine karşı çıkanlar için bilimsel bir kanıtı olan bilimsel bir dünya görüşünün olmadığını işaret etmektedir. Bilimsel kanıt bu doğrultuda herhangi bir kanıt sunmazken, diğer kanıt formları ve maddeyi biraz aydınlatmaktadır. Örneğin mistik ve ruhsal öğretiler çağlar boyunca her şeyin birbiriyle bağlantılı oluşundan sözetmiştir. Eğer Bohm’un fiziği ya da ona benzeyen başka bir fizik, Gary Zukav’ın “The Dancing Wu Li Masters (1979)” da belirttiği düşüncesine göre gelecekte fiziğin temel itici güçlerinden birini oluşturacaksa, Doğu’nun ve Batı’nın dansları zarif bir ahengin içinde eriyebilir demektir.

  Yirmibirinci yüzyıl fiziğinin meditasyon sınıflarını da kapsadığını görürseniz şaşırmayın. Holografik beyin, holografik evren ve kuantum fiziği modelleriyle gerçek olarak kabul ettiğimiz her şeyin boyutları ve sınırları olmayan bir ışığın şakacı bir dansından öte birşey olmadığını söyleyebiliriz. Bohm’un saklı düzeninin radikal anlamları, batılı zihinler açısından anlaşılması güç olabilir. Bu nedenle de Bohm’un holografik paradigması, bilim için bazen kabul edilirken bazen de fark edilmemeye devam ediyor.

http://www.essays.cc/free_essays/e4/dkt106.shtml

 

© Astroset 2004-2010