Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

Sevgi ve Uyum

  Sevgi enerjisi; dört temel enerjiden biri olan ruhsal enerji ile birlikte bulunur(1). Sevgi aslında bir enerjidir. Her şey ruhun tezahürü olduğuna göre; her şey İlahi İrade Yasaları çerçevesiyle ve İlahi Murad yönünde, ruhun bilgisi ile yaratılmıştır. Ruhun bilgisinin taşıyıcısı da sevgidir. Şimdi algılayabildiğimiz bu tezahürat, şu anki formunu ruhsal etki ve sevgi altında koruyabilmekte ve sürdürebilmektedir. Bundan dolayı “SEVGİ” adını verdiğimiz EVRENSEL CAZİBE ETKİSİ her yerde mevcuttur. Varlıkları birbirine bağlayan iletişimin gücünü sevgi enerjisi oluşturur. Başka bir ifadeyle; sevgi enerjisinin ortak alan oluşturma niteliği sâyesinde varlıklar arası iletişim sürüp gider.

  Esasen ruh varlığının evrensel işlevi olan ve sürüp giden “uyum” hareketi de sevgi/sempatizasyon/cazibe olmadan olmaz. “Uyum” un ortaya çıkabilmesi için, anlayış ve sevgi şarttır. Uyumun sürekli olması, temeldeki sevginin sâfiyetine, anlayışın genişliğine bağlıdır. Uyum olgusundan sonraki aşama, ortak alan aşamasıdır. Kurulan ortak alan, tezahüratın/yaradılışın ortaya çıktığı bir mekândır. Ortak alan aynı zamanda yeni bir sevgi ve bilgi akımı için cazibe ya da odak noktasıdır. Dolayısıyla kuruluşunun temelinde sevgi bulunan bir ortak alanın şiddeti, bilgi ve sevgi akışının niteliğini tayin eder. Ortak alanda oluşturulacak tezahüratın unsurları da oraya sevgi enerjisiyle taşınır. Bu unsurların başında bilgi gelir. Bu anlamda sevgi enerjisi; ilahi bir çekim gücü, tanrılık bir südûrdur. Evrensel düzen, ilahi çekim gücü olan sevgiyle olasıdır.

  “Evrensel cazibe etkisi” olan sevgi enerjisinin tezahürü, farklı ortamlarda başka başkadır. O, gezegenler arası ortamda evrensel çekim gücü olarak kendini gösterir. Merkezî bir uzaysal obje çevresinde bulunan daha küçük cüsseli uzaysal objeler, ancak merkezî objenin çekimini(cazibesini), onun etrafında belirli yörüngelerde ve belirli hızlarda dönerek dengelerler. Bu cazibenin etkisi ve tezahürü her uzaysal objede başka başkadır. Söz konusu başkalık, uzaysal objelerin niteliklerine ve merkezden olan uzaklıklarına göre değişir. Atom düzeyinde de aynı benzerlik söz konusudur.

  İnsanda ise sevgi enerjisinin tezahürü; insanın ruhsal gelişim düzeyine/realitesine göre farklı farklı olur. Bu bakımdan insanda şuurlanmanın ortaya çıkmasıyla, sevginin ortaya çıkışı doğru orantılıdır. Şuurlanma da gelişip, değişip, olgunlaşmayla özdeş olduğuna göre; sevgi enerjisini giderek bünyede daha çok tezahür ettirmek ve dağıtmak varlıkların gelişim ihtiyacı olmaktadır. İnsan, maddesel planlarla ruhsal planlar arasındaki evrensel iletişim ya da geçirgenlik işlevini ancak bu şekilde gerçekleştirebilir. Bu bağlamda, bir bakıma “tekâmül” demek; sevgi etkisini kullanmayı öğrenmek demektir. Başka bir ifadeyle; içimizde tohum halinde taşıdığımız sevgi enerjisini hiçbir dirence uğratmadan dışarı yansıtır sâfiyete gelmek anlamını taşır…

  “Sevgi enerjisini geçirgenlik ve nakledicilik” varlığın evrensel işlevidir. Bu sâyede yücelerden gelen bu evrensel cazibe etkisi maddenin derinliklerine kadar nüfuz etmiş, işlemiş olur. Bu şekilde maddenin gelişimi de, nurlanması da birer “ara plan” durumunda olan bedenli ruh varlıklarıyla olur. Ayrıca, toplu halde yaşamanın en anlamlı nedenlerinden biri de budur: Tüm varlık âlemini dıştan ve içten saran sevgi enerjisini enkarnasyon ortamlarında tezahür ettirmek. Bedenlenmek, varlıkların bu enerjiyi bünyelerinden direnç göstermeden geçirip, yaşama uygulayabilmeleri içindir. Kişinin, sevgi enerjisine karşı geçirgenliği, onun ruhsal evriminin bir göstergesidir. Sevgi enerjisini bünyemizden daha çok geçirir hale gelmek; hem bünyemizde yüksek tesirlerin enkarne olmasına zemin hazırlamak, hem de aşkın yanımızı, bedensel şuurumuza aktarabilmek bakımından önemlidir. “Bünyemizde yüksek tesirlerin enkarne olmasına elverişli zemin hazırlamak” aynı zamanda “Ruhsallığın eli ayağı olmak” demektir.

  Unutmayalım ki, sevgi, bir etki, bir aracı vasıtasıyla ortaya çıkar. Sevginin ortaya çıkmasına, bizim içimizde kaynamasına her şey aracı olabilir. Yeter ki biz giderek her şeyi/herkesi sevebilecek/sevebilir hâle gelelim. Beşer olarak genellikle bizim için sevginin ortaya çıkmasına vasıtalık eden aracı severiz. Zannederiz ki sevginin kaynağı odur. Bu beşeri bir yanılgıdır. Sevilmesi gereken ve esasen sevdiğimiz şey yani bizi cezbeden şey sevginin kendisidir. Sevgiyi ortaya çıkaran aracı, sevginin kaynağı sanmak beşeri bir yanılgıdır.

  Söz konusu araç; bir sevgiliden, bir maden/taş parçasına kadar her şey olabilir. Bu aracın işlevi; sevgi enerjisiyle olan bağlantımızı kurmaktır. Araç aradan çekildiğinde yani, bağlama vazifesini yaptıktan sonra da hâla sevgi duyabiliyorsak, araç vazifesini yapmış demektir ve hissettiklerimiz, gerçek sevginin oldukça yüksek bir varyasyonudur. Eğer sevgi sandığımız o duyguyu nefrete dönüştürüyorsak, o duygusallıktır.

  Ne yazık ki genellikle böyle olur. Sevgilerimiz sık sık nefrete dönüşür; kızdığımız, kırıldığımız, kahrolduğumuz zaman bile sevmeyi sürdürebiliyorsak, o sevgi temiz sevgidir. O sevgi fedakârlıktır. O sevgi hep vericiliktir. O sevgi; görüp, gözeticilik ve yardım ediciliktir. Bütün bunları bilmemize rağmen, kurtuluşumuzun sırrının bir bakıma bunda olduğunu idrak etmiş bulunmamıza rağmen, söz konusu geçirgenliği engelleyen faktörler nelerdir? Başka bir ifadeyle sevemeyişimizin sebepleri nelerdir? Sevgi enerjisinin bizler tarafından alınıp, tezahür ettirilememesinin sebepleri nelerdir? Bu yazı dizimizde bu sorulara yanıtlar önereceğiz.

  Otomatik Yaşam ve Sevgi

  Sevgi enerjisinin alınıp bizler tarafından bedenli yaşam içindeyken tezahür ettirilememesinin nedenlerinden ilki otomatik yaşamdır. Yani yaşamı bir biyolojik robot gibi sadece belli hareketleri yaparak otomatik tarzda sürdürdüğümüzün hiç farkından değiliz. Düşünmeye, anlamaya, hoşgörmeye, sevmeye, hissetmeye yani insan olduğumuz algılamaya zamanımız yok. Bu negatif durumun nedenlerinden biri “otomatik yaşam tarzı” dır. İçinde bulunduğumuz zaman ve mekân koşullarının gerektirdiği şuurlanma içinde bulunamadığımız için bilgilerimiz, inançlarımız ve fikirlerimiz yönünden otomatizma içinde bulunuyoruz. Her şey gelişim için araç gereçten başka bir şey değildir. Kullandığımız araç gerecin ve karşılaşmakta olduğumuz olayların mahiyeti (içeriği) hakkında tam bir idrake sahip olamadığımız için, daha genel anlamda niçin yaşadığımızı bilemediğimiz için otomatizmadan kurtulamıyoruz. İçinde bulunduğumuz zaman ve mekân koşullarının(devre sonunu) gerektirdiği idraklenme oluşmadığı için, idrak kapasitesi artmadığı için otomatizma sürmektedir.

  Otomatik yaşamda sorumluluk yoktur. Çünkü tesir, ferdin dışından gelir. Dolayısıyla sorumlulukta otomatik yaşamın aşılmasından sonra gelen bir niteliktir, meziyettir. Bu bakımdan bir işte otomatizmaya düşüldüğü zaman; ondan vazgeçip, başka bir işe yönelmekte hayır vardır. Otomatik yaşamda araç gereçle özdeşleşmenin rahatlığı vardır. Bu da egoya muhalefetin zayıflığının, egonun eğitilmemişliğinin belirtisidir ki egoistlik, bencillik sevgi enerjisi için en büyük dirençlerden biridir.

  İnsanoğlu, bireysellik gelişim sürecini; otomatik/mekanik beşer olma dönemini bitirebilmek, buna bağlı olarak idrak ve liyakatini geliştirebilmek için, Batı’nın önderliğinde yüzyıllardan beri katı mekanik ve maddeci bir yaşamın koyu uygulamasını yapmaktadır. Bu doyum oluştuktan ve otomatizmayla ilgili gelişim ihtiyaçlarının giderilmesinden sonra, devre sonunun gerektirdiği şuurlanma döneminin, buna bağlı olarak gerçek sevgi uygulamalarının başlaması söz konusu olabilecektir. Değişime hazırlık olmak üzere mekanik düzenin sürekli baskısı altındayız. Bu hâleti doyuncaya kadar yaşamadıkça, özlemle beklenen şuursal değişim ve sevgi akışı sağlanamayacaktır. Yeni İnsanlık, bunu başaranlarla kurulabilir ki bunun bilimsel anlamdaki diğer adı David Bhom’a göre ‘Katılımcı Evren Anlayışı’dır. Biz katılmadan oluşacak bir şey olmadığını anlamak da otomizmadan kurtulmayı işaret eder.

  İçimizde olduğu halde sevginin dışa vurmasını engelleyen otomatizma koşullandırmalarının farkına varmak, kişiyi idraklenmeye götüren uyanıklıktır. Bu tür bir uyanıklıkla otomat insandan şuurlu insana geçiş mümkün olabilecektir. Bu geçişin en belirgin niteliği de “diğerkâm vicdanlılık” tır. Buna ulaşmanın yolu ise; kendini tanıma cehti içinde, otomatik yaşamın belirgin nitelikleri olan negatif duyguları, arzu, niyet ve imajinasyonları önce tanımak, sonra onlara egemen olmaktır. Bunda başarı, otomatik yaşamdan kurtuluşu beraberinde getirecektir. Ama unutmayalım ki her realitenin giderek incelse de kendine özgü otomatizmasına, özdeşleşmelerine ve hız kesici rahatlığına / rehavetine kapılmak olasıdır. Bundan dolayı insan hangi realitede olursa olsun; herhangi bir konuda otomatizmaya düşüp düşmediği konusunda uyanık olmalı ve otomatizmaya düştüğünü anladığı an ondan vazgeçip, başka bir işe yönelmelidir. Bunda başarılı olduğu ölçüde içindeki sevgi enerjisinin dışa vurmasını, yani etrafındakileri sevmesini engelleyen otomatizmaya karşı samimi bir gayret sergilemiş olacaktır.

  Beşeri / Toplumsal koşullandırmalar ve Sevgi

  Otomatizmaya bağlı olarak sevgi akışının en önemli tıkaçlarından biri de çeşitli koşullandırmalardır. Beşeri ve toplumsal koşullandırmalar, insanın kendini tanıma gayretini engeller. Beşeri koşullandırmalar bireyi kendinden uzaklaştırıp, dejenerasyonun bir kuklası haline getirip, yapay ihtiyaçlar karmaşası içinde, maddeye benzetir. Bu durumun daha sembolik ifadesi “kabuklar içinde sabitleşip kalmak” tır. Bu duruma gelmiş olan bireyin sevgisi de dünyasallaşmış, maddeselleşmiş, bencilleşmiştir, içgüdülerin tatmine yönelmiştir; bu oluşumun da bireye getirisi doymak bilmez açgözlülüktür. Evrensel sevgi enerjisi değişik mekânlarda çok değişik şekillerde tezahür eder. Koşullandırmalar ve empozisyonlar içinde kabalaşmış, kendini yenileyememiş, cezbeden üstün güce(2) uyum sağlayamamış kişide de bu şekilde tezahür eder. Oysaki esas olan, özellikle biz devre sonu insanlığından beklenen; söz konusu “cezbeden üstün güce” uyum sağlayarak, ve sürekli olarak hız arttırma cehti içinde bulunmaktır. Bu cehtin gerekleri de; dirençleri azaltmak, eski bilgiden bağımsızlığa kavuşmak, peşin hükümlerden kurtulmak, özdeşleşme ve tutkulardan kurtulmak ve duyguları kontrol altına almaktır.

  Ancak o zaman sonsuzluklardan akıp gelen sevgi enerjisinin içimizdeki kanalları açılmış ve dışarı yansıma olanağına kavuşmuş olacaktır. Ancak bu sâyede bu ilahi gücün bizde “arzu” şekline dönüşmesini, yani duygusallaşmasını engelleyebilir, onu hiç değilse bize ulaştığı sâfiyetle koruyabiliriz. Bu ilahi gücün kaynağı TANRI’dır. Biz sevgi üretemeyiz. Ancak, mevcut olan sevgi gücünden tekamülümüz oranında yararlanabiliriz. Dinsel ve toplumsal kurumların, ticâri sektörlerin (reklam + moda) koşullandırmalarından uzak; bağışlayıcılık, affedicilik, hoşgörü ve arzuları kontrol, sevgi enerjisinin kendimizde toplanmasına neden olur ve onun bizde etkinlik göstermesine zemin hazırlamış oluruz. Bu şekilde giderek, sevgi enerjisini kullanmayı da öğrenme olanağına kavuşabiliriz. Aslında tüm varlıklar olarak bir sevgi okyanusu içinde yüzüyoruz. Eninde sonunda bunun farkına varıp, O’nun sâfiyetiyle özdeşleşmekten başka yapacak bir şeyimiz yoktur. Bu bağlamda, “Dönüşünüz banadır !” ayetinden; “Benim sevgimi olduğu gibi fark edeceksiniz” anlıyoruz.

  Buraya kadar, otomatizma ve koşullandırmaların sevginin tezahürü açısından önemini anlatırken, sevgi için başka bir engel(direnç) olan duygular konusuna da yer yer değinmiştik. Şimdi duygularla ilgili dirençlerimizden söz edelim:

  Duygular, Duygusallıklar ve Sevgi

  Ouspenski öğretisinde “duygusal yaşayış”, “atın, insanı/süvariyi götürmesi” ne benzetilmiştir. Oysaki bedenli ruh varlıkları olarak “atı” bizim götürüyor/sürüyor olmamız gerekir. Yani duyguların kontrolü bizim elimizde olmalıdır. İradeyi tam anlamıyla kullanabilmek… İrademizin sâhibi olabilmek çok önemlidir… Ne yani iradem benim elimde değil mi ki dediğinizi duyar gibiyiz ama maalesef İradenin kullanımı başkasının elinde de olabilir. Bu bakımdan; irade, istek ve tasavvurların kimin ya da hangi kaynak tarafından yönlendirildiği önemlidir. Astral enerji mi, yoksa mantal enerji mi onu yönlendiriyor? Unutmayalım ki, duyguları, duygusallığı yöneten merkez astraldir. Şimdiye kadar, bireysellik gelişim süreci içinde asırlar boyunca astralden gelen etkilerle yönlendirildik. Ama artık, devre sonu ile birlikte duygusallığın kaynağı olan astral yapımızdaki kiri-pası temizleyip mantale yönelmek durumundayız. Mantal düzeyden besleniyor olmalıyız. Doğal ve toplumsal afetlerle çekilen bunca ıstırabın genel nedeni de budur. Astral birikintileri ortadan kaldırmak. Esasen “arınmak” da bundan başka nedir ki? Bu arınma gerçekleştiği zaman, zaten sevgi enerjisi içimizden akmak için orada hazır bekliyor.

  Düşüncelerimizden de Sorumluyuz

  Duyguların kontrolsüzlüğüyle bağlantılı olarak olumsuz düşünceler” de, sevgi akışını engelleyen dirençlerden ayrı bir gurubu oluşturur. Olumsuz duygu ve düşünceler, kişinin  bünyesinde sevgi enerjisinin geçişine etki eden küçümsenmeyecek tıkaçtır. Olumsuz duygu ve düşüncelerin çeşitli türlerini günlük yaşamda; kin, nefret, kıskançlık, kibir, alınganlık, vesvese, sistematik kuşkuculuk, korku, aşırı hayranlık ve özenme şeklinde görüyoruz. Bunlardan nefret ve kıskançlık, çok yaygın hâle gelmiş olumsuz duygularımızdandır. Ayrıca korku, gerçekten de olumsuz duygu ve düşüncelerin kaynağıdır. Bildiğimiz türden korkuların yanı sıra; ego kaynaklı tüm tatminlerden mahrum olmaya karşı duyulan korkularımız da buna dâhildir. Egosunun ve duygularının kontrolünü(“atın dizginlerini”) elinden kaçırmış bir kimsenin yaşam düzenindeki bir değişikliğe karşı içinde daha korkuları ve olumsuz duruşu vardır. Tüm bunlardan dolayı; bizim kendi bünyemizden bir sevgi akışı oluşturmamıza, dolayısıyla başkalarını sevmemize, başkalarına sevgi yansıtmamıza engel olan yukarıda belirttiğimiz durumlara karşı çok dikkatli olmalıyız. Korku güvensizlik yaratır, dolayısıyla sevgiyi engeller.

  Olumsuz duygu ve düşünceler, objektifliği de engeller. Burada “objektiflik” ten amaç; gerçeği yorum katmadan görebilmek ve anlayabilmektir. Objektiflikte, ne görüyorsanız, onu değerlendirmek vardır. Kendi kendinize yorum ve teori üretmek söz konusu değildir. Konunun önemine bağlı olarak; düşüncelerimizden de sorumlu olduğumuz hususu kutsal metinlerde de yer almıştır. İnsanlık tüm kutsal metinlerde ve inisiyatik/felsefi öğretilerde, yukarıda türlerini saydığımız olumsuz duygu ve düşüncelere karşı uyarılmıştır.

  Bunun tersine, pozitif düşüncenin ön plana alınması hususu sürekli olarak gündeme getirilmiştir. Yani her şeyi iyi bir gözle görmeye çalışmak. Pozitif bir hal içerisinde olup bitenleri sabırla ele almak. Beynin negatif enerji ile dolmamasına titizlik göstermek gerek. Eğer zihnimiz her zaman pozitif düşünce üretme alışkanlığı kazanmışsa, çevremizle  olan ilişki ve iletişimimiz gayet kolay olur. Ayrıca, ne yapıyor olursak olalım; niyetimizin pozitif olup olmadığı önemlidir. Enerjimizi yönlendirecek en büyük içsel neden niyetimizdir.

  Bu, aynı zamanda mantal içeriğimizle ve mantalimizin genel durumuyla ilgili bir konudur. Varlıklar arası etkileşim ve iletişim sâdece sözle ya da herhangi bir fiziksel eylemle olmaz; mantal düzeyde süptil bir iletişim sürüp gider. Daralmış ve kapanmış dünya şuuruyla bu üst düzey iletişimin farkına varamayız. Buna rağmen mantal düzeyde etkileşim/iletişim ve paylaşım sürüp gider. En güzel paylaşma, mantal paylaşmadır. Mantal yanımızın, insanları geliştirici kalitede olması, onların sorunlarını halletmede yardımcı olması çok önemlidir. İyi niyetli, pozitif yayın odağı olmak, daha üstün(süptil) yayınları ki bunlardan biri de, konumuz olan sevgi enerjisidir kendimize çekmek ve onların yayılmasına aracı olmak bakımından da önemlidir. Bu yolla; negatif düşünce üretmekten kendini kurtaramamış kimselere de yardımcı olmak olasıdır.

  Bir topluluk içerisinde, dostlar arasında gerçekten sıkı bir rabıta-bağlantı, sıcak/pozitif iletişim yaratmak istiyorsanız, bu bağlantıya engel olan zihinleri sözle ortadan kaldıramayabilirsiniz. Ama o topluluk içerisinde kendi aralarında rabıtaları güçlü olan birkaç kişinin sürekli pozitif, bağlılık ve sevgi yayını yapmasıyla, o bireyler kendiliğinden olgunlaşmaya başlarlar. Bu sizin doğrudan doğruya zihin ameliyenizden doğan bir iştir; mantal bedeninizin öteki mantal bedenler üzerindeki yardımlaşmasından, kaynaşmasından ileri gelir. Böyle pozitif bir iletişim ve kurulan ortak alanlar, ilahi çekim gücü olan sevgi enerjisinin mantale ve astral bedeneoradan da fizik bedene nüfuz etmesine olanak sağlayacaktır.

  Kısacası, mantal düzeyde yapılan hareketler çok önemli etkinliklerdir. İsa Peygamber bunu, “Düşüncelerinizden bile sorumlusunuz!” şeklinde ifade etmişti, 2010 yıl önce.  Düşüncenin kaynağı beyin değildir. Beyin sadece iyi bir aracıdır. Beyin, düşünceleri realize etmeye yarar ve düşüncelerin tezahür etme zeminidir. Düşünce, daha çok derin ve varlık içi bir mekanizmadır. İşte bunlardan dolayı diyoruz ki; en güzel paylaşma mantal paylaşmadır. Sessiz sedasız, pozitif niyetler içinde, pozitif yayın halinde olmak… Bu hal içinde sadece kardeşini değil, düşmanını bile hoş görmek… Sizin iyi niyetinizi istismar edenleri, bunca gayretinize rağmen, yaptığı beşeri hatalarla/bencilliklerle sizi hayal kırıklıklarına uğratanları bile affetmek, onlara pozitif yayınınızla yardım etmeyi sürdürmek.. İşte tüm bunları yapabilecek duruma ulaşmak, bu mantaliteyi benimseyebilmek, büyük ölçüde duyguların kontrolüne, buna bağlı düşüncelerin pozitifleşmesine bağlıdır. Sevgi enerjisinin içimizden akışının sağlanması da buna bağlıdır.

  Aksi takdirde yaşamın hedefini yitirmek ve telafisi daha ağır eprövlere girmek söz konusu olabilir. Hedefini bulamayan, esas yaşam amacından uzaklaşmış varlıkların en büyük özelliklerinden bir tanesi “duygusal karmaşa” içinde bulunmalarıdır. Sürekli bir duygusal çalkantı içindedirler, istikrarsızdırlar. Bu durum, hem yönlerini belirleyememiş olduklarının, hem de sevgisizliklerinin belirtisidir.

  Demoralize Olmaya Gerek yok

  Duygusal iniş çıkışlara sık sık mâruz kalmaya başladığınız zaman, demoralize olmaya gerek yoktur, ama bilin ki hedefinizi yitirdiniz. Yaşam akışında yürümeniz gereken asıl yönün, bu enkarnasyonunuzun asıl hedefinin dışındasınız demektir. Bireyin, enkarne olmadan önce hazırladığı yaşam planından sapması, onun hak yolundan sapması demektir. Aslında, duygularınızın bu sinyalleri; özdeşleşmeye uğradığınızın belirtisini vermeye çalışmaktadırlar. Duygusal karmaşanın arkasından, duygusal karmaşadan doğan özdeşleşmeler başlar. Kendinizi bir şiirle, bir müzikle, bir bitkiyle, bir evcil hayvanla, bir yaşayış biçimiyle (hippileşmek vs. gibi) özdeşleştiriverirsiniz. İşte tüm bu özdeşleşmelerin ardında duygusal karmaşa vardır. Çoğu zaman da; bazı özdeşleşmeleri bırakır, başkalarını benimseriz. Özdeşleşmeler konusuna ilerleyen satırlarımız içinde tekrardan döneceğiz.

  Duygusal karmaşaya bağlı olarak, özdeşleşmelerin en yaygın olduğu ülkelerden biri de ABD’dir. Amerikalılar’ın duygusal karmaşaları fazladır. Çoğunlukla “yalnızlık” ve “sevgisizlik” içerisinde bulunurlar. Egosal çıkarlarına dokunulmadığı sürece size mütebessimdirler; çek teşekkür ederler, çok özür dilerler, arzu ve isteklerinin tatminin özgürlük sanırlar… Özel yaşamlarının bilinmesinden ve ilgilenilmesinden çok korkarlar. Evlerinin içerisinde, aile fertleri arasındaki ilişkiler zayıflamış olup, çoğunlukla ayrı ya da gayrı meşru ilişkiler içinde, çok eşli olarak yaşarlar. Dahası, bu tür yaşamı; sadece özgürlük değil çağdaşlık/modernlik sanırlar… Egosal özgürlüklerinin herhangi bir şekilde tehdidinden çok korkarlar. Egolarının şişkinliğini, izzet-i nefslerinin dokunulmazlığını ve maddesel birikimlerini gelişmişlik ölçüsü olarak kabul etmişlerdir.

  Oysaki görünüşte mensubu oldukları dinin peygamberi onlara hiçbir zaman böyle bir yaşam biçimini öğütlememiştir. Özellikle uyuşturucu kullanımı rekor düzeyde olup; ana-babaya, öğretmene ve büyüklere saygıyı, anlayışı, hoşgörüyü gereksiz görürler, onlara dirsek çevirirler, terk ederler ama kendi aralarında guruplaşmalar ve “idol” (put) oluştururlar ve dünyanın öteki ülkelerine bunları ihraç ederler (Presley, Madonna hayranlığı vs.). Öteki ülkelerde bulunan; dış görünüşe prim ödemeyi ve birbirini dış görünüşle etkilemeyi ve değerlendirmeyi benimsemiş kimseler bunlara özenirler, bu yaşam şeklini çağdaşlık / modernlik bilirler ve dejenerasyon böylece yayılıp gider. Ama dejenere olan; kendini yenileyemeyen, gelişmişliği egosal serbestiyette sanan, devre sonunun şuurda uyandırıcı Rahman ve Rahim olan etkisine bir türlü uyum sağlayamayan, bu nedenle ıstıraptan, stresten / bunalımdan ve mutsuzluktan kurtulamayan, geçici mutluluklarla avunmaya çalışan kimselerdir.

  Devre sonu uyanışının (kıyam) çok “bağırtılı ve diş gıcırtılı” olmaması için bir an önce bu atâletten ve sapmışlıktan kurtularak, yücelerin yücesinden kaynaklanıp gelen söz konusu etkiye uyum sağlama duyarlılığı içinde, Rabb’in  sevgisini de hissetmeye ve ona uyumlanmaya çalışmaktan başka yapılacak bir şey yoktur. Esasen her şey dünya beşeriyet toplumunda bu değişimi (metamorfoz) oluşturmak içindir. Başka bir ifadeyle; sanki tüm beşeriyet Tanrı’nın sevgisiyle, o yüce etki ile rezonansa geçmeye hazırlanıyor. Çünkü beşeriyet olarak kurtuluş bu liyakate ulaşmadadır. Yenileşmek, insanlaşmak bununla olasıdır. İşte bunu başarmak, büyük ölçüde; duygusal karmaşalardan doğan özdeşleşmelerden ve koşullandırmalardan kurtulmaya, gerçek anlamda özgürleşmeye ihtiyacımız var. Egonun özgürlüğü kurtuluş getirmez bireye, çağlar boyunca da hiç getirmedi…Ego ve bencilliğin çok yükseldiği dönemler hep büyük yıkımlarla son buldu…

  Söz konusu kurtuluş, beraberinde “ruhsal tekâmülden habersiz olarak yaşamak” gibi bir yanılgıyı da ortadan kaldıracaktır. İnsanlar “ruhsal tekâmülden habersiz” olarak yaşadıkları zaman, “sınırlı bir yaşam” içinde kalırlar. “Sınırlı bir yaşam”, “bağlı bir şuur” demektir. Anlayışı kıt, idraki sığ, her şeye müdrik olmayan bir beşeriyet… Farkındalık yeteneği çok az. Kendini tanımadığı gibi, vücuduna da sahip değil (“Atın süvariyi götürüyor olması”- Ouspenski). Bu şekilde ağırlıklı olarak, maddesel bir yaşamı öğrenmeye çalışıyoruz, devre başından beri; maddesel yaşamı öğrenmek ve duyguları süptilleştirmek. Bu gelişimi yapmaya çalışırken, o duygulara egemen olmayı, kontrol altına almayı öğreniyoruz. Yaşamımızı sanki duygusal değerler kaplamıştır çünkü onları geliştirmemiz, onlarla eprövler geçirmemiz gerek.

  Sevilmek Ama…

  Duygular ve duygusallık söz konusu olduğunda; Sevilmek hepimizin hakkıdır” deriz. Şefkat, himâye, merhamet isteriz. Yani sevilmek isteriz. Sevilmek, kaale alınmak, hiç değilse ilgi odağı olmak için çeşitli yollara başvururuz. Kimimiz bunu erdemli bir tavırlanma içinde, mantal değerleri ön plana çıkararak yapmaya çalışırız. Kimimiz de dejeneratif bir tavırlanma içinde, bedensel değerlerimizi ön plana çıkararak sanki ilgi ve sevgi dileniriz. Ama bunları istemek para etmez. “Beni sev, bana bak, benimle ilgilen…” demenin bir anlamı yoktur. Önce sevmek gerek, ondan sonra başkasının sevmesini beklemek gerek. Yani ilk pozitif etkiyi göndermek cesaretini ve fedakârlığını göstermek gerek. Ama sevgiyi göstermek; hediye vermek, analar/babalar/öğretmenler günü yapmakla olmaz. Bunlar materyalist uygulamalardır. Bu tür uygulamalar insanları/çocukları “al gülüm-ver gülüm sevgisi” ne götürmüştür. Biz sevgimizi çok başka yollarla gösterebiliriz. Görüldüğü gibi, kaynağı Yaradan olan Sevgi Enerjisi kabalaştırılmıştır. Bu kabalaşmadan kurtulunabilindiği ölçüde, sevdiğinizin kaşının, gözünün, üstünün-başının önemi kalmaz. Dış görünüşüne takılmadan, içini görmeye, duygularını almaya başlarsınız. Bu duygudaşlık alış-verişi başladığı zaman, artık sevgiye yaklaşılıyor demektir. Duygusallık, kontrol altına alınmış, duygular süptilleşiyor demektir. Duyguların süptilleşmesiyle deneyimlenen duygulanmak, beşerlikten kurtulup insanlaşmaya yönelişin belşrtilerinden biri olsa gerek… Her realitenin duygusallığı vardır. Önemli olan, kontrol altında, bu duygusallığı giderek süptilleştirmektir. Hiçbir karşılık beklemeden başkalarının (düşmanlarımız da dâhil) dertlerini dert edinmek de, empati kurmak da duygusallıktır ama bu duygusallık bencilce/çocukça bir duygusallıktan çok farklıdır.

  Duygusallığın bu şekilde geliştirilmesi(latifleştirilmesi); insan varlığının iç bünyesinde de bir “zemin hazırlığı” oluşturur ve içsel titreşiminin yükselmesine neden olur. Bu zemin; yüksek tesirlerin ve sevgi enerjisinin bizde enkarne olmasına elverişli bir zemindir. Duygusallığın eğitimi bu açıdan da çok önemlidir. Duygusallıkla övünmek dünya insanına özgü bir garipliktir. Duyguları çok iyi tanımamız, yönlendirmemiz ve onlardan çok iyi yararlanmamız gerek. Yani, ruh varlığı ve bedenin yöneticisi olarak, duygularımızı kullanmamız gerek. Duyguların bizi kullanması değil, bizim, duygularımızı kullanmamız gerekir. Duygular aracılığıyla, fizik planda oluşan her türlü enerjetik değişikliğin sonucunda ortaya çıkan “bir başka etki” yi bizim çekip alabilmemiz, bizim kendimizde mevcut titreşim düzeyini(realitemizi) yükseltmemiz gerekir.

  Şimdi insanlık ailesi olarak ister istemez büyük bir hızla bunu ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bu bir zemin hazırlığıdır. Dünya Rabbi’nin sevgisinin büyük bir yoğunlukta bu mekâna enkarne olmasını mümkün kılacak bir zemin hazırlığı (“Melekût’un yere inmesi…”). Kuşkusuz O’nun yüce sevgisinin taşıyıp getirdiği “Yüksek Enerjili Bilgi” de söz konusudur. Ama görünüşe göre, insanlık ailesine yüksek enerji taşıyan sıçrama yaptıracak “Bilgi” ile insanların karşılaşmaları henüz olası değildir.

  Kıyam ve Devre Sonu

  Her ne pahasına olursa olsun, bu ince titreşimlere, (ki son günlerdeki adı kristal enerjilerdir) yükselmek zorundayız. Tanrısallığın şuur alanı içinde, O’na hizmet ederek gelişmeyi taa devrenin başında peşinen kabul etmiş olan bu devrenin varlıkları bizler, dünya okulun öğrencileri olarak vazifemizibaşarmak durumundayız ve kıyam etmekyani uyanmaktan, şuurlanmaktan biz bunu anlıyoruz. Bu anlamda kıyam edenlerle ‘Yeni İnsanlık’ oluşacak biliyoruz. Bunun için her türlü inceliğin artması, ince tesirlerin yayılması, titreşim düzeyimizin yükselmesi ve sevgi enerjisini giderek daha çok alma liyakatine ulaşmak durumundayız. Bunun başka türlü ifadesi de; “şuur uyanıklığına geçmek”, “anlayış kapasitesini artırmak”, “sezgimizi artırmak” demektir. Bu değişimi şuurlu olarak kendi kendimize yapamadığımıza göre; bir takım manipülasyonlara (ölümler, kalımlar, çeşitli felaketler, derin halet yaşatan eprövler vs.) maruz kalmamız olasılığı çok yüksektir. Ne kadar ıstıraplı olursa olsun, egomuzun rahatı ne kadar kaçarsa kaçsın, tüm bunların nedeni; varlığımızın içinde bulunduğu düşük titreşim düzeyinden, daha yüksek bir titreşim düzeyine doğru yükselebilmektir. Bir bakıma titreşim düzeyimizin yükselmesi; bizim “Yüksek Enerjiler” ile temasa geçmemizin hazırlığının belirtisidir. “Evrensel Bilgi” ve onu getiren sevgi enerjisiyle temas edebilir hale gelme hazırlığı… Bunun en önemli gereği de, yukarıdan beri söz konusu ettiğimiz otomatizmadan, koşullandırmalardan ve duygusallıktan kurtulmaktır. Çünkü bunlar sevgi ve onun getirdiği bilgi akışını engelleyen tıkaçlardır.

  Onun için bunlara çok kadîm zamanlardan beri dikkat çekilmiştir ve tekrar tekrar denilmiştir ki, “İnsanlar birbirini sevmelidir.” İnsanlar arası sevgi enerjisi sirküle edilmelidir. Bu sirkülasyon mantalden astrale, oradan da fiziğe, dünyasal şuura  indirgenmelidir ama bozulmadan, yozlaştırılmadan ya da aslına çok yakın vaziyette… Bu nedenle, sevgi enerjisinin akışına yardım eden ya da onun bir yerlerde bloke edilmesine, tıkanıp kalmasına ya da kabalaştırılmasına sebep olan unsurların üzerinde durmakta yarar vardır. “Neden Sevemiyoruz?” konusu bu bakımdan önemlidir. Hangi türden olursa olsun, değişik yüksek tesirleri alıyoruz fakat otomatizma, şartlandırma, duygusallık ve benzeri durumlarımız nedeniyle o tesirleri işleyip, etrafımıza dağıtamıyoruz. Bu nedenle duygusallıkla ve olumlu/olumsuz düşüncelerle ilgili bilgilerimizi biraz daha gözden geçirmekte ve onları uygulamakta yarar görüyoruz.

  Pozitiflik ve Sevgi

  Kendini tanıma cehti içinde menfi(negatif) düşünceleri pozitife dönüştürmek bizim kendi elimizdedir ve içimizdedir. Bizim kendi şuur hareketimiz içerisinde negatiflik, pozitif hale dönebilir. Negatif nitelikli duygu ve düşüncelerin yok edilmesi… Kontrolü ele aldığımız zaman, bunu görmemiz/fark etmemiz gerekir önce. Negatifleri kontrol altına aldığımız zaman, pozitifler zaten ortaya çıkmaya hazır beklemektedirler. Sevgi enerjisi de böyledir. Astral ve mantal temizlik ve kalp temizliği başarıldıktan sonra, o yüce evrensel etki her yerde hazır zâten... Dünyasal/beşeri kirin-pasın, tortuların, bağlantıların ve koşullandırmaların terk edilmesi sâdeleşmekle gelen arınmışlık ve “diri”lik beraberinde otomatik olarak pozitifleşmeyi getirecektir. Kinin, gururun, bencilliğin, nefretin, korkunun kontrol altına alınması genel anlamda menfi heyecanın/duygusallığın pozitifleştirilmesi demek; onun/onların yok edilmesi demektir. Kendimizi anlama/tanıma konusunda samimiyetle bir çalışma yapmak istiyorsak, önce negatif heyecanları pozitife dönüştürmekte gayret etmekte yarar vardır.

  Nefretleri sevgiye, kıskançlıkları ve cimrilikleri diğerkâmlığa çevirmek tarzında işi daha derinden ele aldığımız zaman, kendimizi yavaş yavaş tanıyor kabul edebiliriz. Negatif düşünce ve duygularımızla, bunlara bağlı olarak negatif hareketlerinizi pozitifleştiriyorsanız; bu, kendinize / nefsinize egemenlikten, egoya muhalefet edebilme gücünden dolayı olabilmektedir. Nerelerde düşünce ve duyguların negatifleştiğinin, hangi durumlarda negatif düşünceler ürettiğimizin farkına varmak ve bunları kontrol altında tutmaya çalışmak kadar büyük bir şey olamaz. Yani kendini tanımayı, daha başka hususlarda aramaya gerek yok. Düşünce ve duyguların kontrolü çok önemlidir ama oldukça zordur. Bununla birlikte her ne olursa olsun, deneyen de, denenen de biz kendimiz olduğumuz için, bunu yapmak bize düşer. Başka birisi bizi kesinlikle ayarlayamaz ve kontrol altına alamaz; bir insanın bizi kontrol altına almaya çalışması, gelişim açısından ve sabrımızı güçlendirme açısından bize hizmettir.

  Tahakküm altına alınma korkusu beşeri bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Varlık, varlığın gelişimine hizmet etmekten başka bir şey yapamaz. Sadece birilerinden bazı temel bilgiler elde edersiniz, birileri vasıtasıyla derin hâletler yaşarsınız ama uygulamayı yapıp, belirli sentezlere ulaşmak sizin kendi işinizdir. Her varlık bunu yapabilecek, kendi yükünü taşıyabilecek güçte, kendi kendini yargılayabilecek yüceliktedir. Bedenli yanımızla bu mücadelede başarı, büyük ölçüde heyecanların ve düşüncelerin kontrolüne, terk edilmesi gerekeni gerektiği yerde terk etmeye ve makul vicdan ölçüleri içinde sâdeleşmeye bağlıdır.

  Kontrol edemediğimiz her duygusal hareket er ya da geç başımıza dert olacak/olmaktadır. Bu bizim günlük yaşamımızdır. Duyguların dışında başka bir şey yapamayız. Nefs, hemen hemen tamamen duygu hayatı demektir. Oluşun, hangi yöne doğru gittiğini anlamak, onu hissedebilmekle olur. O yöne gidişimizi hislerimiz sağlar bize. Onun için kaba hislerin/duygusallığın kontrolü ve gerçek hisleri (ilhamları, sezgileri) yakalamak çok önemlidir. Bu yüzden onların başıboş hareket etmesine mümkün olduğu kadar engel olmaya çalışmakta yarar vardır. Çünkü negatif karmalar yaşam planımıza ters düşen durumlar oluşturmamızda buna bağlıdır.

  Karmik Yükün Hafiflemesi

  Bu şekilde dikkatli bir yaşam tarzı ve yaşam anlayışı içinde karmaların giderek incelmesi de söz konusudur. İnsanlar kaba bir tarzda negatif karmalar yapamayacak şekilde uygarlaşma liyakatine sahiptir fakat düşüncelerin süptilitesi (latifliği, letafeti) henüz o düzeye varamamış olduğundan İsa Peygamber uyarısını asırlarca önceden yapmıştı: “Düşüncelerinizden bile sorumlusunuz.” Bu söze 2000 yıl önceki Yahudiler’den çok, devrenin bitiş günlerini yaşayan bizlerin ihtiyacı var. O insanlar “düşünce kontrolünün” hayati önemini kavrayacak kapasitede belki değildiler ama biz şimdi bunun önemini hiç değilse sezmiş durumdayız. Evet, İsa Peygamber bu veciz ifadesiyle karmaların, düşüncelerin negatifliği ve pozitifliği bakımından ele alınabileceği bir dönemi işaret etmek amacıyla bu uyarıyı yapmış olması daha olası değil mi? Yakın geleceğimizdeki Yeni İnsanlık için geçerli olacak bir sözdür o… Orada insanlar “düşünce kontrolünün” ne olduğunu bilecekler, gerçekten beyinleriyle yaşamış olmayı öğrenmiş olacaklardır. Kur’an ifadesiyle “beyinsizlik” tarihe karışmış olacaktır. Yeni Çağ’ın en belirgin niteliklerinden bir tanesi insanların gerçekten “beyinleriyle yaşamayı bilmesi” olacaktır. Bedenleriyle değil, beyinleriyle… Beynin tüm yeteneklerini kullanabilmeyi, tüm merkezlerini çalıştırabilmeyi öğreneceklerdir. Bu nedenle o zaman herkes doğal olarak birbirini sever hale gelecek, sevgi enerjisinin insanlar arasındaki sirkülâsyonu gözle görülür hale gelecektir. Çünkü beyinler, egoların egemenliğinden kurtulmuş olacaktır. Daha doğrusu bu durumda olan insanlar Yeni İnsanlığı oluşturacak…

  Hisseden Ama Bilmeyen İnsan

  Hâlihazırda, genel görünüm olarak duygularımız gerçekten de bizleri ve her şeyi yönetir durumdadır. Çünkü insanlığın gelişiminde irade ile düşüncenin ortaklaşa çalışması çok yenidir. Çünkü insanlar, gelişim süreci içinde, önce duygulanmayı öğrenmişlerdir. Düşünmeyi öğrenmeye başlamaları oldukça yenidir. Düşünmekten çok, hissetmeye önem veririz. Duyguların, duygulanmanın düşünceye göre çok daha yaşlı olması, elbette onun üzerimizdeki egemenliğinde önemli rol oynar. Onun için, “Hisseden ama bilmeyen insan…”dan söz etmek olasıdır. Çünkü “bilmek” bir yerde düşünmeyle olan bir etkinliktir. Düşünmek, yani eşyalar arasındaki farkları tayin edebilmek, eşya ile kendi arasındaki bağları kurabilmek, kendinin ve eşyanın içeriğini anlayabilmekle olasıdır. Üstelik bir amaca bağlı olarak, iyi bir konsantrasyonla yapılan bir çalışma sonunda ortaya çıkan bir etkinliktir düşünme. Oysaki 10-15.000 yıl öncesinin ilkel insanlarından böyle etkinlikler beklenemez ama duygulanması, hissetmesi olasıdır.

  İçinde bulunduğumuz devrenin şu bitiş günlerinde; giderek, duyguların gücü zayıflamış olabilir ama tamamen ortadan kalkmış değildir. Belki üzerimizdeki egemenliklerinin azalma meyli oluşmuştur. Ama bu, insan varlığının duygularının egemenliği altından kurtulmuş olduğunun göstergesi olamaz. Hatta dejenerasyonun ortaya çıktığı noktalarda görüyoruz ki duyguların kontrolsüzlüğü ön plana çıkmıştır. Dejenerasyon duygusallıklarla yayılır, düşünce ve bilgi yoluyla yayılmaz. Bir şey yozlaştırılacaksa, başka bir şeye döndürülmesi gerekiyorsa, bozularak dönülecektir ki, dönülmesi kolay olsun. Bunun yolu duyguları dejenere etmektir. Bireylerin duygusallıklarından yararlanmaktır, duygu sömürüsü yapmaktır. Bu aslında iyi bir şeydir. İnsanlar eskiyi kolay kolay terk edemezler. Değişimler daima dejenerasyonla beraber başlar. Dejenerasyon olmadan herhangi bir değişimden söz etmek hayaldir. “Eski” dejenere olup yozlaşmadan “yeni” ortaya çıkmaz.

  Sıkıntılarımızın büyük bir kısmı hislerimizin dejenere olmasından ileri gelir. Dejenere olmuş duygularla hareket ettiğimiz zaman, kendimizi çok daha mutsuz ve umutsuz hissederiz. Çünkü duygularımızın bizim üzerimizdeki baskısı, bilgiden ve düşüncelerimizden daha fazladır. Hemen hemen her eylemin arkasında bir his bulunduğunu biliyoruz. Bu bakımlardan dolayı da hislerimize çok dikkat etmek ve onları iyi eğitmek zorundayız. En azından bu devrenin beşeri kadrosu olarak, duygular üzerinde, bir bakıma mastır yapmak üzere varız.

  Yiyiciler ve Üretkenler

  Hisler bizim kullanabilmemiz için bir enerji yaratır. En büyük işlevleri de budur. Kullanmamız gereken enerjiyi yaratan kaynaklardan biridir. Söz konusu hisler ya yaratıcı, ya da yiyici nitelikte olur. Öyle hisler vardır ki; bizi ve çevremizi yer bitirir, enerji emicidirler. Bunlara “enerji yiyiciler” diyebilirsiniz. Bunların yanı sıra “üretken” türde hisler de vardır. Tamamıyla enerji üretirler. Bireye ve çevresindekilere sonsuz derecede yarar sağlarlar. Bu nedenle, duyguları(hisleri) kontrol altında eğiterek, onlarla pozitif üretim(“sâlih amel”) sergileyebiliriz.

  Demek ki, hisleri kontrol altında tutmak gerektiğinde, kesinlikle düşünmemiz gereken husus; bunların yaratıcı mı, tüketici mi olduklarına bakmaktır. Kendini tanıma çalışmalarında bunları da göz önünde bulundurmakta yarar vardır. Bu tutum bizim mutluluğumuzu sağlayacak, insana yaraşır bir gelecek hazırlamamıza yardımcı olacaktır. Geçici ve avutucu olmayan mutluluk, duygusallığın kontrolüyle gelen iç huzurudur.

  Duyguların enerji tüketen veya üreten durumda bulunması, karmik konularla da bağlantılıdır. Enerji tüketen duygularımızı, enerji yaratan/üreten duygular haline getirebilmek için pek çok kez enkarne olmak zorunda kalmışızdır. İşte bundan dolayı, “Hissediyor ama bilmiyor” durumda bulunduğu için yani tüketici duygulara sahip olduğundan dolayı çeşitli zorluklar içerisinde kalır insan. Çünkü acı ve ölüm korkusu insanları harekete sevk eder, tembellikten ve hastalıktan kurtarır. “Acaba yaşam planım nedir, hangi karma düğümlerim var, karmamı nasıl çözebilirim, çözdüm mü, çözecek miyim…” gibi nefsanî meraktan kaynaklanan düşüncelerle enerji yitirmek yerine; duygusallıklarımı nasıl kontrol altına alabilirim, negatif duyguları nasıl nötralize edebilirim, beşerî koşullandırmalardan ve maddenin câzibesinden nasıl korunurum…” üzerinde titizlenmek daha isabetli, iffetli ve bilgece bir tutum olacaktır.

  Enerji tüketici ya da  üretici oluşumuna bağlı olarak, toplum içerisinde sürekli olarak birbirimizin enerjilerinden yararlanırız. Eşler birbirlerinden, arkadaşlar birbirlerinden, herhangi bir birlik/topluluk, olduğu gibi toplumdan devamlı olarak enerji almak suretiyle hayâtiyetini sürdürür. Bu bakımdan sâdece maddesel gıdalarla beslenmediğimizi, sevgi ve öteki tesirleri de tüketmek durumunda bulunduğumuzu hatırdan çıkartmamak gerek. Nasıl ki enerji yaratan duyguların en yükseği sevgidir. Sürekli pozitif ve yüksek titreşimli bir duygu halidir. Bu durumda bulunabilirsek, “hem bilen, hem de hisseden” varlıklar olma durumumuzu koruyabiliriz. Düşük titreşimli duygular zamanla bertaraf edilerek yükseltme çalışmaları yapılırsa, günlük yaşamada huzur, sevgi ve uyum gelir.

  Gerçekten birbirlerini seven insanlar birbirlerine karşı sömürücü değil, enerji üreten bir sevgi içinde olmaları gerekir. Karşılıklı verişler hâlinde olduğu zaman güzel, makbul ve insanca bir gidiş elde edilir. Ama bireylerden birisi hep vermeye, ötekisi de hep almaya alışırsa, belli bir yere kadar gider, enerji bittikten sonra, bir bahâne ile sürtüşmeler, didişmeler ve ayrılıklar başlar.

  Otomatizmanın, nefsanî koşullanmanın, çıkarcı / sömürgen koşullandırmanın ve duygusallığın yanı sıra, sevgi için başka bir engel de özdeşleşmelerdir. Kendimizin dışındaki objelerle kendimizi bir tutmamız, eş koşmamız… Özdeşleşmelerimiz sâdece sevgi enerjisi için engel oluşturmakla kalmazlar, uyum sağlama kabiliyetimizi de kısıtlarlar. Yani bir şeyleri kendinizde putlaştırdığınız zaman, başka şeylere uyamazsınız. Beşerin dünyada birçok şeyle kolayca özdeşleşmesi çok kadîm zamanlardan beri bilindiğinden; özdeşleşmeye karşı hep uyarılmış, en büyük günahlardan biri sayılmıştır. Özdeşleşme durumunda insan, özdeşleştiği objeyle/kimseyle sevinir, onunla üzülür, onun güdümü altındadır.Hepsi geçici olduğuna göre, sahip olduklarımızla eşkoşmamak gerekir. Eşkoşmalar, özdeşleşmeler geçici mutluluk getirir ama çoğu kez de negatif karma oluşturup gelişmemizi ağırlaştırır.

  Özdeşleşmedeki en büyük risk, böyle bir kimsenin kendi varlığını unutmasıdır. Kendini unutan kişinin ise gelişmesinin, insanlık görevlerini yerine getirmesinin, sevgi enerjisiyle olan bağlantısının zorlaşması söz konusudur.   Bu durumda olan bireyin objektifliği ve aklî ilkeleri daralır, anlayışı kaybolur ve taraf tutar. Kendisiyle özdeşleştiği obje/kimse arasında fark yoktur. Özdeşleştiği şey elinden gitmesin diye her şeyi çiğner geçer, bunu yapamazsa bunalıma girer. Ama özdeşleştiği şey artık kendisini tatmin etmiyorsa, onu da bir tarafa atar. Özdeşleştiği şeyden başka hiçbir şeyi gözü görmez. İşin kötüsü, bu özdeşleşmesini ve ona bağlı olarak taşkınlıklarını “sevgi” diye niteler. Bu şaşkın arayış (teşevvüş) içinde yanlış adreslerde zaman yitirir, yapay mutluluklarla oyalanmaktan kendini alamaz…  Özdeşleşmeyi yeren en güzel atalar sözü, “Aşkın gözü kördür…”. Buradaki “aşk” tutku haline getirilmiş özdeşleşmedir ve “Hiçbir şeyi göremiyorsunuz, anlayamıyorsunuz…” anlamındadır.

  Özdeşleşmenin daralmış yoğun ilgisi sevgi değil, o obje/kimse üzerinde hegemonya kurmaktır. Kendini tatmin için, objeyi/kimseyi kendi tekeline almaktır. Unutmayalım ki; “Mal canın yongası...” oldukça, ıstırap verecektir. Sevgi, özdeşleşmeyle değil, tam tersine “terk” ile olur. Burada “terk”; herkese ve her şeye karşı aklı ve vicdanı(makul vicdan) kullanarak, yerinde ve zamanında hareket etmektir, özdeşleşmeleri terk etmektir. Sevmek, tekel altına almak değil, sevilenin özgürce gelişmesine olanak sağlamaktır.

  Kozmosla Uyum ve Sevgi

  Görüldüğü gibi; özdeşleşme konusu; bizim, sevgi enerjisini kullanmamıza ve onu dağıtmamıza en büyük engellerden biridir. Çünkü sevgi enerjisi yapıcı bir enerjidir, varoluş enerjisidir. Ruhsal enerjinin madde üzerindeki tasarrufu, sevgi enerjisinin aracılığıyla olur. Sevgi enerjisini bu şekilde kullanamazsak, bedenimizi yönetimimiz de zayıflar. Sevgi enerjisini kendi benliğimizden geçirmedikçe, sağlıklı bir bedene de sâhip olamayız. Hastalıkların, rahatsızlıkların büyük bir kısmı, kozmik bir dengeye ulaşamamamızdan ileri gelmektedir, kozmosla aramızda bir uyumsuzluk var demektir. Kozmostan gelen sevgi gibi, öteki pozitif tesirleri alamıyoruz, yansıtamıyoruz, dolayısıyla evrensel geçirgenlik/iletkenlik işlevimizi yerine getiremiyoruz demektir. Kanser, AIDS(ve daha ileride çıkabilecek bunların benzeri) gibi rahatsızlıkların nedenlerini bu durumlarda aramakta yarar olabilir. Sevgisizliğin, sevgi enerjisini bünyeden geçirememenin meydana getirmiş olduğu dengesizlik; hastalık şeklinde ortaya çıkmaktadır.

  Özellikle duygusallık ve özdeşleşmelerle bağlantılı olarak “Bencillik”, yani “Egoizma” da sevgi enerjisi için önemli direnç türlerinden biridir. Bencillik, egonun eğitilmemiş olmasıyla ilgili olarak bireyin hep kendisini, kendi çıkarlarını düşünmesi hâlidir. Bencil bireyin sevgisi de bencilcedir, çıkarcıdır, karşılıksız sevmesi çok zordur. Oysaki gerçek sevgi; hoşgörü, merhamet, fedakârlık gerektirir, bu şekillere dönüşerek ortaya çıkar. Gerçek sevgide kin yoktur, karşısındakini olduğu gibi kabul eder, yeter ki onunla özdeşleşmemiş olsun. Özdeşleşme işin içine girdiği zaman “olduğu gibi kabul etmek”, “kendi tarzına uymayan yanlarını da hoşgörüyle karşılamak” çok zorlaşır. Eğer özdeşleşme yoksa, “gerçek sevgi” sirkülâsyonu söz konusu ise, karşısındakini kendisine benzetmeye çalışmaz. Onun zaafları; kabuklarıyla, dejenerasyona uğramış yanlarıyla kahrolur, ama sevgisini sürdürmeye çalışır, düzelmesi için dualarını eksik etmez. Nefret duygusunun, sevginin yerini almasına izin vermez. Çünkü “gerçek sevgi” de tersine dönme olayı yoktur. Yani “gerçek sevgi” nin nefreti olmaz; sevdiğiniz insan sizden nefret etse, hatta tiksindiğini, çekilmez olduğunuzu söylese bile… “Gerçek Sevgi” ödüllendirme/cezalandırma sistemlerinden etkilenmez. Onları kaale almaz. Her koşulda sevgi, sevgidir… Asla ve asla ayrım yapmak söz konusu değildir. Din, ırk vs. gerçek sevginin tezahür etmesi için kesinlikle bir engel oluşturmaz. Buna biz daha çok, “Varlık Sevgisi” diyoruz.

  Anlayışın Egemen Olduğu Bir Sevgi

 Gerçek sevgi birleştirir, koparmaz bağlar, yıkmaz yapar. Gerçek sevgi bencil değildir. Kendisi için istediklerini karşı tarafa da verir. Hatta önce karşı tarafa verir. Verdiği şeyden kendisine artmasa bile, karşı tarafa verdiği zaman, kendisi almış olduğu zamankinden daha çok içsel bir huzur duyar. Çünkü gerçek sevgi vermektir, vericiliktir, fedakârlıktır, bencilliklerin terkidir. Gerçek sevgide vicdani bir durum vardır. Gerçek sevgi koşullara bağlanmaz. Bu duruma gelebilmenin yolu kendini tanımaktan/bilmekten geçer. Kendimizi tanımamaktan, maddeyle özdeşleşmekten dolayı, ne kadar dejeneratif bir hayat yaşasak da; eninde sonunda dönüş “+” olana olacaktır. Hiçbir varlık, İlahi Murada hizmet etmekten başka bir şey yapamaz. Onun sevgisini bünyeden, giderek daha fazla bir şekilde geçirir hâle gelmek; bizim için, tekâmül etmektir. Başka bir deyişle; İlahi Murada daha iyi hizmet eder hale gelme süreci de giderek, “iyi kul” ifadesinde anlamını bulan “pozitifleşmektir”.

  Durum bu olduğuna göre; insanın yüceliğine yaraşır, erdemli ve iffetli bir yaşam içinde, Rahman ve Rahim olan kıyam ettirici etkiye giderek uyum sağlama(“Yukarıya doğru esneme”) titizliği ve gayreti içinde kendi titreşimsel durumumuzu yükseltmek zorundayız. Bu şekilde maddenin esâreti dışında yaşamayı becermek ve bunun sonucu olarak sevgi enerjisini giderek bünyemizden daha fazla geçirecek hâle gelmek zorundayız. Bu da, mümkün olduğu kadar, maddenin az hamalı olarak, dejenerasyonun oyuncağı olmayarak, negatif karma oluşturmayarak, negatif formpanselerle astralimizi giderek karartmayarak olacak/başarılacak bir iştir.

  Neden Sevemiyoruz?

  Şimdi ise, neden bu haldeyiz, yani neden sevemiyoruz? Çünkü bu günler(dejenerasyon dönemi); beşeriyetin ruhtan/ruhsallıktan/kozmik insan idealinden en uzak konumda bulunduğu dönemdir. Animalitenin her yönde artması, “-” olan dişil ilkenin etkisinin yoğun olarak hissedilmesi dönemidir. “Merkez” i kaybeden birey, “Merkez” den gelen etkiyi, sevgi ve bilgi enerjisini alamaz... Bu durum onun yozlaşma içinde olduğunun göstergesidir. Dejenerasyon yolunu seçmiş olan kimselerin dejeneratif yaşamda iyice doyuma ulaşıp, kendilerine gelebilmeleri için; Sadıklar Planı’nın da belirttiği gibi, “…tüm azgınlıkların dizginleri gevşetilmiştir…” ama sınanmak için, uyanmak için. Yoksa olmakta olanların marifet/fazilet olduğundan değil. İyice bıkılıp, usanana, tiksinene, insanlığından utanana kadar bu yolda ilerlemek durumundadırlar. Çünkü neftsen bıkılmadan, vicdanın tadına varılmaz.

  Görüldüğü gibi, “sevgi” ve “dejenerasyon” birbiriyle yakın ilişkili iki kavram. Beşeri varlıklar olarak her birimiz, bünyemizden sevgi enerjisini daha çok geçirecek hale gelmedikçe, bunun doğal sonucu olarak, birimizden ötekine sevgi sirkülâsyonunu sürekli kılmadıkça, dejenerasyondan kurtulamayacaktır. Ya da tersinden ifadesiyle, bugün içinde bulunduğumuz genel dejenerasyondan kurtulmadıkça; sevgi enerjisini bünyemizden daha çok geçirir ve dağıtır hale gelemeyeceğiz. Çünkü barış ve huzur bize dışımızdan değil, kendi içimizden gelecektir. Bunun gereği olarak da, beşeriyet kendi durumu hakkında ruhsal/içsel bir idrake ulaşıncaya kadar, bu dejeneratif çalkantı ve ıstırap süreceğe benzemektedir.

  Kuşkusuz, genel dejenerasyon içinde söz konusu idraklenme süresi” ni kısaltmak için çeşitli toplumsal ve doğal şok olayları yaşanması çok uzak bir olasılık değildir. Bütün bunların hedefi, bize kendi kendimizi tanıtmak, bizi yersel(dünyasal, beşeri) teslimiyetten kurtarmak, göksel teslimiyete yükseltmektir. Dünyasal yanımız olan egoyu ve onunla bağlantılı olarak duyguları kontrol altına almaya çalışmak kolay değildir. Bundan dolayı insan, eğer kendini tanıma bilincine de ulaşamamışsa; çeşitli teviller ve savunma mekanizmalarıyla, ayrıca çeşitli beşeri empozisyonların(moda, reklamlar, inançlar) arkasına saklanarak, egoyu tatmin yolunu yeğler. Ahlaki yetersizlik ve cahillik içinde rahata düşkünlük, bedensel ve zihinsel konfora yatkınlık beşeri koşullandırma moda, aşırı kaale alınma, ilgi çekme gereksinimi ve iğvalar, bizi kolayca dejenerasyonun oyuncağı hâline getirebilmektedir. Bunlar aynı zamanda sevgi akışını tıkayan dünyasal(hatta astral) tortu ve tıkaçlardır. Böyle bir maddeleşme ve yozlaşma süreci içinde negatif karmalar oluşturarak; enkarnasyon hedefimizden uzaklaşabilmekte, dolayısıyla telafisi zor, gereksiz zaman kaybettirici eprövlere girebiliyoruz. Eprövlere girmekten amacın, olayların getirdiği(eprövleşerek gelen) bilgiyi almak olduğunu daha önce de çeşitli vesilelerle belirtmiştik. Bilginin de taşıyıcısı sevgidir. Şimdi biraz da sevgi açısından “bilgi” yi ele alalım.

  Bilgi ve Sevgi

  Epröv geçirmenin başka bir amacı da olaylara enkarne vaziyette yakın çevremize/karşımıza kadar gelen bilgiyi almanın yanı sıra, kendi içimizdeki yani mantalimizdeki bilginin açığa çıkarılmasıdır. Günlük yaşam içinde sözlerimizle ama daha çok hareketlerimizle çevremize çok şeyler veririz ya da biz başkalarının davranış ve tutumundan uyanıklığımız, sükûnetimiz ve fehim gücümüz oranında bazı şeyler alırız. Bu şekilde yaşamlarıyla beşeriyete örnek olmuş pek çok insan vardır. Bunlar aynı zamanda varlık sevgisine sahip kimselerdir; diğerkâmdırlar, vericidirler, fedakârdırlar çünkü bünyelerini sevgi enerjisini daha çok geçirecek şekilde temizleyebilmişler, dünyasal değerlere ve beşeri empozisyonlara karşı sâdeleşebilmişlerdir. İşte bunlar aynı zamanda; mâkul vicdan doğrultusunda bilgisinin sorumluluğunu duyan ve bildiğini uygulayan insanlardır. Bildiğini uygulayan kişi, başkalarının bazı yönlendirmeleriyle bunu yapıyor olabilir. Yani o uygulama tamamen onun iradesinde değildir. Başka bir ifadeyle, onun üretme projesine uygun değildir. İşte bunun daha ileri bir aşaması, “bildiğini, kendi bildiği gibi uygulayan insan” dır. En zor olan aşama da budur zaten. Bilgiyi nerede, nasıl, hangi zaman ve mekân koşullarında uygulayacaksınız ve uygulamanın sergilenişindeki doz ne olacak? Bu şekilde bir yığın sorumluluk ve irade gücüyle beraber aksiyonunuzla ortaya çıkan bilginin eşliğinde onun taşıyıcısı olan sevgi enerjisini de ortaya çıkaracaksınız… Bunları yapabilenler oldukça nâdir varlıklardır.  Bunlara örnek olarak; Hz. Muhammed, Hz. İsa, Atatürk, Türk Spiritüalizminin kurucusu Dr. Bedri Ruhselman ve devamının gelmesini sağlayan Ergün Arıkdal gibi üstün örnekleri gösterebiliriz.

  Bunlardan özellikle Hz. İsa’nın açmış olduğu yolda, O’nun evrensel boyuttaki bazı bilgilerini anlayabilmek, maddeye olan egemenliği elde edebilmek, kendi varlığımız üzerindeki denetimi en güzel şekilde yapabilmek, yani oğullaşabilmek” için, Merkez’e en yakın hale gelebilmek için ilerlerken, muhakkak ki sevgiyi de ele almak gerekir. Gelişip, değişip, değer kazanmak istiyorsak; sevgi konusunu halletmek zorundayız. Yürüyüşümüzün ahengini sevgi ile belirlemenin becerisini kazanmak zorundayız. Bu hiçbir zaman sevgi realitesinde olmak demek değildir. Sevgi enerjisi, bir realite değildir. İnsanın hedefi, dünyaya gelişi, sadece insanları sevmek amacına yönelik olmaz. Örneğin, bir realite sizin için o yaşamdaki hedefinizdir, niçin doğduğunuzun hedefidir. O hedefe uygun olarak sizde sevgi doğar. Bu sevgi, hedefinize uygun bir sevgidir. Her şeyi/herkesi sevmeyebilirsiniz. Her şeyi sevgi yoluyla da halledemeyebilirsiniz. O sizin realitenize bağlı bir husustur. Bu anlamda; insanların sevgileri, realiteleriyle çok ilgilidir ama sevgi realite değildir.

 Yukarıda da belirttiğimiz gibi, mantaldeki bilgi birikimimizin, içinde bulunduğumuz realitenin olanakları çerçevesinde dışa yani dünya şuurumuza ve yaşamımıza yansıtabilmemizde, o bilginin taşıyıcısı olan sevginin yolunun açılmasına bağlıdır. Yani mantal ile astral, astral ile fiziksel yapımız arasındaki bağlantının dirençlerden arındırılmış olması… Dolayısıyla sevgi enerjisinin de mantal beden üzerinde bir etkinlik gösterebilmesi için, mantalin de tanzimine ihtiyaç vardır. İnsanların mantalinde sevgi enerjisinin birikmesi; söz konusu “mantalin tanzimi/tasfiyesi” yle yakından ilgilidir. Bunu yapabildiğimiz oranda, mantalde sevgi birikimi artar. Fizik plandaki sevgi uygulaması, yardımlaşma ve birlik anlayışı; giderek mantal düzeyde sevgi birikimine neden olur. İnisiyasyon çalışmaları bunun içindir. Fizik plandan gelen etkileri mantal plana aktarabilmek. Özel çalışmaların amacı budur. İnisiyatik öğretinin amacı bu esasa yöneliktir: Mantal alanın uyarılması esası... Istırap ve maksatlı ıstırapla, kendini tanıma ve saflaşma/sadeleşme gayreti içinde fizik bedenle mantal beden arasındaki kirin, pasın, tortunun(dirençlerin) en aza indirilmesi… Mantal ile fizik arasındaki tıkanıklıkların açılması bu yolla olur.

  İnsan bu amaca yönelik samimi gayretiyle, payına düşen ruhsal yardımı artırabilir. Bundan amaç, insanın evrensel işlevlerinden biri olan(ruhsal planla madde arasındaki) geçirgenliğini artırmak, bu sâyede “Yaradılış Nuru” nun maddenin derinliklerine kadar nüfuzunu sağlamaktır. Onun için rehberlik sistemi çerçevesinde, rehberlerimiz(öncelikle yüksek benimiz) sürekli olarak mantalimizdeki kirlilikleri, pürüzleri gidermekle, parlatmakla meşguldürler. Bu işlem, mantal beden aracılığıyla yapılır. Bağlı olduğumuz ruhsal plandan gelen etki(sevgi+bilgi) mantalimiz aracılığıyla yorumlanarak, astral bedenimize oradan da yine yorumlanarak fizik bedene(dünyasal kapalı şuurumuza) kadar iner. Dolayısıyla müteal(aşkın) yanımızdan akıp gelen sevgi enerjisinin(ve onun taşıyıp getirdiği bilginin) aslında en yakın şekilde sözlerimize ve hareketlerimize yansıyabilmesi için; makul vicdan uygulaması içinde saflaşmaya ve sadeleşmeye, dünyanın kendine benzetici etkilerine karşı korunmaya titizlik ve özen göstermek zorundayız. Neden sevemediğimizin, derinlerdeki nedenleri bu konuyla da ilgilidir.

  Söz konusu sadeleşme ve saflaşma içinde; mantaldan fiziğe bilgi akımı(buna bağlı olarak sevgi akımı) daha kolaydır. Yüksek benimizin, Planlarımızın bizden beklediği de budur. Mantalden gelen bilgi önce vicdanda depolanır. Vicdanda biriken bilgi belli bir akışkanlık ve yoğunluğa gelmeden hareketlere ve yaşama yansımaz. İşte sevemeyişimizin bir nedeni daha… Bu bakımdan, vicdanı akışkan ve işlek halde tutmak gerek. Mantalden(dolayısıyla vicdandan) gelen bilgi, fizikten kazanılan bilgiden(fizikten mantale aktarılan bilgiden) daha değerlidir.

  Bunun için, önümüze çıkan içsel gelişim fırsatlarını(aldığımız etkileri), onlara hemen uyum sağlayarak çok iyi değerlendirmek gerek. Bu anlamda başarılı olmak, çok büyük ölçüde duygusallıklardan arınmışlıkla olasıdır. Aldığımız etkilere gösterdiğimiz/göstereceğimiz tepki bu bakımdan da çok önemlidir. Bu konu aynı zamanda “yaşam sınavlarının değerlendirilmesiyle” de ilgilidir. Bu anlayış ve tutum; esneklik kapasitesinin artırılması açısından olduğu kadar, karşılaştığımız etkilerin derin hâletlerinin sabır ve dayanma gücü sergileyerek yaşanması yoluyla, fizikten mantale doğru bilgi aktarımının gerçekleştirilmesi açısından da önemlidir.

  İşte tüm bunlardan dolayı manevi(içsel) cehtimizi elden bırakmamak durumundayız. Bu cehit aynı zamanda, zaman enerjisini en iyi şekilde kullanmak demektir. Asıl uyanıklık budur. Çünkü mantal uyanış olmadan fizik uyanış(şuurda uyanmak, kıyam etmek) olmaz. Onun için mantal plandan uyarılmaya başlanmıştır beşeriyet. Günümüz devre sonu beşeri için, fizikten hareketle mantalin uyarılması daha önemli, ama olmuyorsa, gitgide daralan zaman içinde doğrudan doğruya mantalin uyarılması söz konusu olmuştur. Mantalin doğrudan etkilenmesiyle vicdanın önündeki tıkanıklık” giderilmeye çalışılıyor. Gelişim ve değişim süreci içinde; fiziğin mantale doğru yükselmesi, mantal yaşamı tatması ve ruhâniyete ulaşması gerek.

  Bu aşamanın da en belirgin niteliklerinden biri “yardımlaşma ve dayanışma bilinci” dir. Yardımlaşma ve dayanışma bilinci; sevgi sirkülâsyonunun insanlar arasında kurulmasından sonra yaşanacaktır. Çünkü ancak “sevgi tesiri sayesinde insanların, birbirinin eli ve gözü olması mümkün olacaktır.” Kuşkusuz o zaman, “neden sevemediğimiz sorusu” da çoktan tarihe karışmış olacaktır.


(1)Öteki üç temel enerji: Zaman, Hayat ve Fizik Enerjilerdir.

(2)Devre sonunun Rahman ve Rahim olan etkisine

Kaynaklar:

*Ruhsal Söyleşiler, ERGÜN ARIKDAL

*Ruhsallık Üzerine Denemeler, ERGÜN ARIKDAL, Ruh ve Madde Yayınları

*Sadıklar Planı Tebliğleri, Ruh ve Madde Yayınları

Yayın Tarihi: 09.Kasım.2010

 

© Astroset 2004-2010