Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

Fedakarlık

Selman GERÇEKSEVER

  Fedakârlık, günlük yaşamda sık sık kullandığımız bir sözcüktür. Feda etmek, fedakârlıkta bulunmak, özveride bulunmak hatta feda etmek anlamında terk etmek gibi sözcük ve deyimleri sık sık kullanırız. Zaman zaman iyi ya da kötü fedakarlık uygulamaları da yapmaya çalışırız. Fakat önemli olan bunda ne kadar başarılı olduğumuzdur. Fedakârlık yaparken, karşı taraftan bir şeyler beklemeli miyiz, yoksa hiçbir karşılık beklemeden mi yapmalıyız? Elbette ki karşılık beklemeden; zâten karşılık bekleyerek bir şeyi feda etmek / vermek, fedakarlıktan çok, alış veriştir (“Al gülüm, ver gülüm...”).

  Ayrıca, herhangi bir nedenle, yani genel anlamda beklenti içine girmek, erdemli yaşayışa ters düşen bir durumdur. Çünkü, beşeri değer ve değerlendirmelerle içine girdiğimiz beklentinin konusu olan şey bizim gerçek (içsel gelişim) ihtiyacımız olmayabilir ve bu genellikle de böyledir. Çünkü biz, beşeri varlıklar olarak gerçekten neye ihtiyacımız olduğunu bilmekten çok uzağız. Zaten bundan dolayı da, herhangi bir vicdani itilimle bir fedakarlık denemesi yapmaya kalktığımız zaman bile, buna beklentilerimizi, sahte benliklerimizi karıştırmadan edemiyor ve fedakarlık eylemimizi / uygulamamızı bulandırıyoruz, beşerileştirmiş oluyoruz..

  Bu nedenle, maddesel birikimimizden, parasal değerlerimizden önce; nefsani yanlarımızı, sahte benliklerimizı ve beşeri zaaflarımızla ilgili sorunlarımızı giderme yoluna gitmekte yarar var. Zâten esas fedakârlık da, nefsaniyetten fedakârlık etmek, nefsaniyetle ilgili yanlarımızı terketmek / feda etmektir. Bunu yapmak, maddesel / parasal fedakârlıklardan çok daha zordur. Terketmemizin / feda etmemizin daha yararlı olacağını düşündüğümüz yanlarımız nelerdir? Bunlar, kendini bilme çalışmasının da konusu olan; tutkularımız, bağımlılklarımız, eş koşmalarımız, ön yargılarımız, sabırsızlığımız, idraksizliğimiz eve anlayışsızlığımızdan başkası değildir. Nefsaniyetimizden kaynaklanan bu beşeri zaaflarımızın üzerine giderek “nefsaniyette yoksullaşmak” makbuldur ve gerçek fedakârlık açısından gereklidir. Çünkü, erdamli insanlara özgü gerçek fedakârlığın gereği olan ruh zenginliği, nefsaniyette fakirleşmekle olasıdır. (“Ne mutlu nefste fakir olanlara; çünkü, melekût onlarladır.”-Hz.İsa)

  Bunu başarabildiğimiz oranda nefsaniyet kabalığını yitirir, sahte benlikler sâkinleşir ve edeplenir; ama o oranda da sadece uyanıklılığımız değil, uyum ve esneklik kapasitemiz de artar. Burada, erdemli insanlara özgü fedakârlık sergilemenin gereği olan belli derecedeki uyum ve esneklikten kasıt; nefs ve sahte benlikler kanalıyla yataydan gelen beşeri ve maddesel koşullandırmalar ile, düşey olarak Yukarı’dan gelen şuurda uyandırıcı tesirleri bünyede dengelemektir. Bu denge bünyede oluşturulduğu zaman, içinde bulunulan zaman-mekân koşullarına uyum sağlanmış demektir.

  Üzerinde enkarne vaziyette bulunduğumuz bu gezegen, evrenin bu köşesindeki zor bir tekamül okulu olarak, esneklik ve uyum pratikleri için bizlere bol bol olanak sağlayan, oldukça da “kaygan” bir zemindir. Dünyanın bu durumundan dolayı, bir bakıma; esneklik ve uyum dünya tekamül okulunun hedefidir. Çünkü, burada esneklik ve uyumu gerektirecek çok çetin koşullar, özellikle şu devre sonunun bitiş günlerinde yaygın vaziyettedir. Aslında bu durum içsel gelişim açısından ve dolayısıyla da fedakârlık uygulamaları açısından  çok verimli bir olanaktır.

  Dünyada toplu halde yaşarken, yaptığımız işlerden çok, beşeri ilişkiler çerçevesinde (ki bunların pek çoğu rahatımızdan, bireysel ilke ve alışkanlıklarımızdan  fedakârlık gerektiriyor); sergilediğimiz müşterek çalışmalar içinde bulunan bizlerin müştereken belli bir ilkeye ya da ilkelere tabi olmasıdır.  Örneğin; bir kütüphanedeysek, toplu ulaşım aracında ya da barda isek, her ne topluluk içinde bulunursak bulunalım; bu ortamlarda bizim kendi bireysel ilke ve alışkanlıklarımızdan çok, içinde bulunduğumuz mekanın, bir ferdi olduğumuz topluluğun  ilkesine / yaptırımına uymak, ona adapte olmak zorunluluğuna tabiyiz. O ilkeye (ya da ilkele ve oranın koşullarına) esneyerek uyum sağlamak durumundayız ki bu da zihinsel ve bedensel konforumuzdan, kendi beşeri ilkelerimizden fedakârlık ederek, söz konusu uyum ve esnekliği sergileyebilirsek, her seferinde fiillerimiz o oranda erdemlere yönelik olacaktır.

  Müşterek bir çalışmanın gereği olan bir ortak alanda bulunan bireyler, kendi bireysel ilkelerinden feda edip, ortak alanın ilkesine / ilkelerine uyum saylayabildikleri ölçüde, o alanın süptilitesi artacak, tesir kuşağı güçlenecek ve Yukarı ile(tesir planı ile) bağlantısı o derece güçlü olacaktır. Belli bir amaç uğrunda başarıya ulaşmak ancak, bu anlamda fedakârlıkla gelen uyum ile olasıdır.

  Genel anlamda da olsa; bir ortak alanda, fedakârlıklarla sağlanan uyum ve esnekliğin belli bir düzeyi yakalamadıkça, başarıya ulaşılamaz.

  Değişik kapsam ve kalitedeki ortak alanlar içinde yaşarken, gerekli esnekliğin gösterilmesi, sadeleşmek ve beşeri / nefsani zaafları terk ile artar. Bir ortama ve oranın koşullarına uyum sağlayabilmek için esneklik şarttır. Bu uyum belki imajinasyon ile kolaylaştırılabilir. Bir duruma fiziksel olarak iyi bir şekilde adapte olabilmek için, önce imajinatif olarak onu yaşamakta yarar olabilir.

  Realite basamakları açısından da; uyum sağlamadan, bir basamaktan ötekine sıçranamaz. Bireyi bir üst basamağa sıçratacak uyum ve esneklik ise, üzerinde bulunduğumuz basamakta olabildiğince sadeleşmek ve elbette ki bu sadeleşmenin gereği olan fedakârlıkları çevreden esirgememektir. Bu anlamda sâdeleşebildiğimiz oranda yüksek / süptil tesirlere daha iyi bir anten ya da daha temiz bir ekran oluşturma şansını yakalayabiliriz. Bu tutum, şuurda uyandırıcı ve gelişime zorlayıcı süptil tesirlere uyum hareketleri yapmakla olasıdır ki, bu hareketleri olası hale getiren esneklik, fedakârlıkla sağlanan sadeleşmenin sonucudur. Bu anlamda bir fedakârlık uygulaması çerçevesinde sabrın / tahammülün haletini yaşamak; içsel gelişim açısından bireye çok şey kazandıracaktır.

  Bunda başarı için yukarıda sözünü ettiğimiz fedakârlık ve sabır / tahammül uygulamasının yanı sıra, kendi içimizde de uyumlu olmamız gerektiğini göz ardı etmemeliyiz. İçsel uyumsuzluk ve dengesizlik,  fedakârlık gibi başka erdemlerin önünde de engel oluşturur. Bu nedenle, içsel gelişime katkısı olacak bir fedakârlık sergileyebilmek için de birey önce kendi içindeki çelişkilerinden kurtulmalıdır.

  Yeni olana, yüksek / süptil tesirlere uyum sağlayamamak, tutuculuğu ve atâleti beraberinde getirir. Uyum zorluğunu; kendini tanıma çerçevesinde idraklenme cehti ile ortadan kaldırabiliriz. Aksi taktirde uyumsuzluk, ıstırabın nedenidir. Beşeri takıntılarımızı, özdeşleşme ve bağımlılıklarımızı terk edememe (yani, onları feda edememe)beceriksizliğimiz ıstıraplarımızın nedenidir. Tüm olaylar, uyum ve esneklik kapasitemizi artırmak içindir; bu içsel gelişim olanağından fedakârlık uygulamaları içinde yararlanmalıyız.

  Fedakârlık kavramıyla yakın ilgisinden dolayı özellikle son kısımlarda sık sık değinmek zorunda kaldığımız sadelik ve safiyet içsel gelişim açısınadan kazanılması gereken en değerli erdemlerimizden birisidir. Çünkü, Hz.Muhammed’in ümmiliğinde(1) anlamını bulan  sâfiyet ve sâdelik ve böyle bir titizlik içinde bulunmak “küre”nin (bağlı olduğumuz ruhsal planın) merkezine yönelmektir. Sadıklar Planı Tebliğlerindeki(2), “Sadelik ve basitlikte hikmet vardır.” ifadesinde anlamını bulan bu durum geleceğe uyum sağlamakla da ilgilidir: Geleceğe uyum, sadeleşmeyle olacaktır. Bu uyum da; büyük  ölçüde, etkilere karşı gerekli esnekliğin gösterilmesiyle olasıdır. O halde, “nefsten fedakarlık” ve nefsaniyetle ilgili zaafların terki demek olan sadeleşmeye dikkat gerek...

  Yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız önemine rağmen, nefsaniyet ne kadar eğitilirse eğitilsin, o sadece inceltilebilir ama asla sıfırlanamaz. Her fırsatta da fedakarlık eylemlerimize sızarak onları bulandırmaya çalışır. İşte bu yüzden “gerçek uyanıklık” bireyin kendi nefsine karşı olan uyanıklılığıdır. Nefse karşı uyanıklık gerçek samimiyettir. “Ferdin, nefsaniyeti karşısında aldığı tavrı gerçek samimiyettir.”(3) Gurdjieff, nefsine karşı uyanık ve samimi insanı, “kendini hatırlayan insan” olarak kabul eder. Fedakârlık hamleleri yerine, nefsani davranışlarda bulunmak bizi dünyasal bir yerlere bağlar, değişim ve gelişim spiralinde ilerleyişimizi engeller. Bu olumsuz durum bir bakıma yukarıdaki anlamda “samimiyetsizlik”tir. Çünkü, “Samimiyet, nefsaniyetin karşısında hakiki olarak vicdan kanalı ile kendisine verilmiş olan bilginin her zaman galip gelmesi için gösterilen cehittir. Görevini yerine getirmekte olan varlığın, görevinin ana materyelleri üzerinde hiçbir zorluğa aldırış etmeden uygulama içerisinde bulunması sammiyeti ifade der.”(3)

  Süptil yani fedakârlığın en üst boyutunda; her türlü beşeri kirden, pastan uzak, bencillikten, çıkarcılıktan arınmışlık, sevgi enerjisiyle dolu ve bilge insanlara özgü, gerçek bir vericilik, fedakârlık ve terk vardır. Tarihte bu tür fedakârlık gösteren bilinen ya da bilinmeyen sayısız varlık vardır. Bunlar, fedakarlığı yaşam tarzı haline getirmiş “pozitif yayın odakları” dır. Bu durumda olan insan, Bütün’e sürekli pozitif katkıda bulunuyor ve sürekli vericilik halinde genel tekamülü kolaylaştırıcı, uyanmakta zorluk çekenlere yardımcı bir işlev görüyor demektir. Bu insanda fedakârlık erdemiyle birlikte yardımlaşma ve dayanışma bilinci de gelişmiştir. Onun çevresine yardımı: adet olmuş, komşular alışverişte görsün ya da birilerinin dikkatini çekmek ve gözlerine girmek için değil, içten gelen bir itilim ile yardımlaşma ve dayanışma bilincinin gereği olarak sergilenen bir eylemdir. Böyle bir insan için kendinden başkalarına hizmet etmek / vericilik / fedakârlık yapmak; var olmanın, insan olmanın gereğinden  başka bir şey değildir

  Beşer tarihinde en güzel fedakârlık örneklerini, Yukarı’ya en yakın olan beşeriyetin öncüsü bu yüce varlıklar yapmışlardır ki bunlar da adları bilinen ve bilinmeyen peygamberler ve velilerdir. Onlar bunu en güzel ve doğal olarak yapmışlardır. Çünkü onlar Dünya Rabb Planı’nın merkezine en yakın noktalardan buralara kadar sarkmış enkarnasyonlardır. Bu varlıklar, sessiz sedasız, sanki geldikleri planların görünmeyen uzantıları olarak her türlü sıfat ve övgüden uzak yaşamışlar, sürekli vericiliği kendilerine günlük yaşam şekli haline getirmişlerdir. Zaten bu varlıklar, kendilerinden başka herkese hizmeti, geliştirmeyi kendilerine vazife edinmişler ve bu yönde maddenin kölesi değil, efendisi, yöneticisi ve insanların da rehberi olarak vazifelerini yapıp gitmişlerdir. Hz.İsa’yı burada örnek olarak verebiliriz. Bu yüce varlık insanlık için kendini feda etmiş, türlü işkenceler çekmiştir.

  Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, fedakârlık; ALLAH’ın en belirgin isim sıfatlarından birini bedende tezahür ettirmektir ki bu da Sufizm’de “ALLAH’ın rengi ile renklenmek”, ya da “ Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmak...” olarak geçer. Çünkü, fedakârlık esasen nefsaniyetten, sahte benliklerin olumsuz ve uyumsuz yanlarından  feda etmektir. Onlar bunu başarmış ve bizler için taklit edilmeye değer yüce varlıklardır.

  Gerçek sâdeleşme ve arınma, bu anlamda olmak üzere fedakârlıkla gelir. Maldan, mülkten feda etmek belki daha kolaydır. Hatta biz bunu, toplum içindeki  statümüzü güçlendirmek ve daha çok kaale alınmak için de yaparız. Nefsin feryadına rağmen; rahatından fedakârlık yapıp, birine / birilerine hizmette bulunmak çok daha zordur. Oysaki, yardımın makbulü gizli olarak yapılanıdır. İşte eğer sahte benliklerimizi eğitememişsek, gerçek anlamdaki böyle bir fedakârlığı ve yardımı yapamayız. Çünkü,  beşeri bir çıkara yönelik olmayan vericiliğe sahte benlikler izin vermez.

  Zorluk ve ıstıraplara esneyerek, uyum sağlamak, fedakârlık yapmamızı engelleyen dirençlerimizden kurtulmak, duygusallıklarımızın ve nefsimizin tutsaklığından kurtulmak, değişip, gelişmek, değer kazanmak ve (yeni insanlık realitesine) tekamül sıçraması yapabilecek hale gelmek ve en önemlisi bu okulu bitirip gitmek istiyorsak, fedakârlık uygulamalarımızı ciddiyetle ele almalıyız. Çünkü kurtuluşumuz, dünyasal olan her şeye karşı sâdeleşmede, terkte ve feda etmededir.

  Zamanı gelince ve her an, kullandığımız ve kullanmakta olduğumuz araç ve gereci hemen yenisiyle değiştirebilecek, yani onları hemen feda edebilecek mantalitede bulunmalıyız. Bizler ruh ve beden ikilisinden oluşan varlıklarız. Ruh varlığı yani özümüz için, feda edilecek, terk edilecek, kazanılacak ya da kayıp edilecek bir şey yoktur. Çünkü onda her şeyin bilgisi vardır ve evrenin aslen verici ve aktif elemanıdır.. Easas olan da, bizim bedensel ben olarak; aslımıza, öz kendimize benzemektir (Sufizm’de “Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmak.”).

  Ruh varlığı için, mutlu ya da mutsuz olmak, azap çekmek diye bir şey de söz konusu değildir; bunların hepsi ruhun bedenli hali olan, bağlı şuura sahip beşerin(yani, bedensel benin) sorunlarıdır. Oysaki esas olan, bedenli haldeyken de, bedensizmiş gibi(olabildiğince ruh varlığı gibi) yaşamaktır. Başka bir ifadeyle, bireysellikten kurtulmak, yardımlaşma ve dayanışma bilinci içinde varlığın birliği şuuruna ulaşmaktır. İşte bizi bu aşamaya yükseltecek en etkili uygulama fedakârlık uygulamasıdır. Tüm dinlerin ve inisiyatik öğretilerin ezoterik özünde binlerce yıl fedakârlığın önemi vurgulandı. Fedakârlık, olgunluk, erdemlilik ve bilgelik göstergesidir. Fedakârlık, eğer bir erdem ise, bu erdemin önündeki engel, nefsaniyet kavramında anlamını bulan sahte benliklerdir: Açgözlü, nekes ve elci (digerkâm) olmayan sahte benlikler, fedakârlığın önündeki engellerdir.

  Dünyaya geliş amacımız, özümüzdeki bilginin (yaşam planımızla ilgili kısmının) uygulamasını yapmaktır. Varlık, İlahi İrade Yasaları çerçevesinde, değişik zaman ve mekân koşullarına uyarak maddesel mekanlarda tezahür eder, bedenlenir ki bu, ruh varlığı için en büyük fedakârlıktır. Titreşim ve süptilite olarak maddeden çok üstün durumda olan ruh varlığının, seçme özgürlüğü ve iradesi doğrultusunda maddesel ortamlara (oraların yasaları ile zaman-mekân koşullarına) uyum yağlayarak tezahürata / yaratılışa hizmet etmek gerçi onun kozmik görevidir ama bu aynı zamanda onun için en üst düzeyde bir fedakârlıktır: Maddeyi geliştirmek için, maddeleşerek maddenin içinde tezahür etmek... Bu uyum sağlama işi, ruhun ezeli ve ebedi uğraşısıdır. Böyle yapmakla; kendi gelişirken, maddeyi de geliştirir. Bu uyum sağlama işi, esâsen ruh varlığı olarak, bizim en büyük fedakârlığımızdır. Bu etkileşimde ruh, hep verici, madde ise alıcı taraftır; sonunda, madde de giderek ruhsallaşır, ruhun ezeli ve ebedi fedakârlığı sâyesinde.

  Madde, ruh varlığına kendi olanaklarını sunmakla ona, liyakat sınavları için laboratuvar malzemesi oluşturmuş olur, maddeye enkarne ruh varlığının fedakârlık erdeminin bedende tezahür etmesine araç olur.  İçindeki gizli bilgiyi ve yasaları keşfetmemiz için bizim her türlü deneme girişimimize izin verir. Biz onunla özdeşleşmediğimiz sürece bu etkileşim içsel gelişim yönünde sürüp gider. Aksi taktirde enkarnasyon amaçlarımıza ulaşamadığımız (fedakârlık gibi öteki erdemleri bedende tezahür ettiremediğimiz) gibi, maddeye karşı olan (onu geliştiricilik) görevimizi de yerine getirememiş oluruz. Madde, böyle bir bilinçle kullanıldığı zaman, esas olarak, kendi doğası olarak şuursuzca da olsa vericidir.

  Ama biz onu putlaştırmaya, onunla özdeşleşmeye kalktığımızda, o bu işlevini gerçekleştiremez, bize araç olma hizmetini yerine getiremez. Toprak anayı düşünelim; bağrını ruh varlığına açmış, onun her türlü uygulamasına, insanın her türlü kaprisine ve zararına tahammül ederek fedakârlıkta bulunuyor. Tabii tüm bunların karşılığında o da gelişiyor. Varlık varlığın gelişimine hizmet ettikçe, bunun için fedakârlıklara katlanabildikçe gelişir.

  Ruh ise, seçme özgürlüğü ve iradesi yönünde maddeye yönelip, perispirital uzantısı aracılığıyla maddesel uygulamalar yapıyor. Enkarnasyonları boyunca, maddeyi geliştirerek, enkarne varlık olarak (ara plan görünümünde) ruh ve madde âlemleri arasında iletişim görevini üstleniyor: Fizikten aldığını fizik ötesine, fizik ötesinden aldığını fiziğe aktarmaya çalışıyor. İşte bu girişim ruh varlığının taaa başlangıçta sergilediği en büyük ve evrensel fedakârlığıdır. Esasen ruh varlığı için ruh varlığı için, fedakârlık diye bir şey yoktur çünkü, kendisi olduğu gibi ve her şeyiyle(özü itibariyle) zaten fedakardır,tezahüratın verici elemanıdır. Ruh varlığının bu hali bize göre fedakârlıktır. O’nın için fedakârlık yapmamak, verici olmamak diye bir durum söz konusu değildir.  Ruh varlığı için fedakârlık yapmak değil, vazife yapmak, bir üstüne hizmet etmek söz konusudur. Çünkü bir üste hizmet etmek, Yaradan’ın Muradı’nın gerçekleşmesine hizmet etmektir. Anlaşılacağı gibi, fedakâarlık ve vazife arasında sıkı bir bağ vardır. Fedakârlık erdemi bedende tezahür ettikçe vazife yapma becerimiz ve kapasitemiz de artar.

  Nefsani davrandığımız zaman, fedakâr olamıyoruz. Ne kadar verici olsak, terkte bulunsak, feda etmiş olsak da, ne yazık ki o fedakarlık sayılmıyor. Çünkü nefsaniyet hep alıcılık, fedakârlık ise tam tersi hep vericilik. O halde, nefsimizi kontrol altında tutabildiğimiz ölçüde fedakâr olabiliyoruz. Fedakâr olabildiğimiz ölçüde de vazife yapma hakkımızı daha çok kullanabiliyoruz. Varlığa puan kazandıran ve hamle yaptıran, vazife yapma hakkını kullanış yüzdesi ve biçimidir. Çünkü varlık esasen vazife yapmak için, hizmet etmek için vardır ve bunun için şekilden şekle girerek tezahür eder, enkarne olur. Hangi gelişim düzeyinde olursak olalım, her hareketimizin amacı vazifedir çünkü evrende, vazife yapmanın; yani, İlahi Murad’ın gerçekleşmesine hizmetin dışında bir aksiyon  yoktur.

Sonuç:

Yaşam içinde, egoistçe ve çıkarcı olarak davranıp davranmadığımıza dikkat etmeliyiz. Ruh varlığı olarak bizlere düşen, fedakârlığımızı ve vericilik işlevimizi en süptil şekilde, yani kendimizin bile farketmeyeceği kadar doğal bir şekilde yapmalıyız. Maddenin câzibesiyle, beşeri endişe ve kaygılarla, gösteriş olsun diye ya da bir çıkar karşılığında da şova dönüşmüş, daha çok kaale alınmaya yönelik fedakârlık gösterileri yapılabilir. Bu aslında işin başlangıcıdır, fedakârlık antrenmanlarıdır ve nefsaniyetin baskısından dolayıdır ama hiç yoktan iyidir. Nefsaniyet azaldıkça, uyumsuz yanımız eğitildikçe fedakârlıklarımız da gitgide süptilleşir ve aşkınlaşır. 

(1)  Hz.Muhammed’in “ümmi” oluşu: Saf, temiz ve dünya bilgisinden yoksun oluşu anlamında bir ifededir. “ALLAH, bu safiyetin ve sadeliğin içine kendi manasını koymuş..” denir Sufizm’de.

(2)  Sayfalar: 444 ve 525.

(3)  Sadıklar Planı Tebliğleri. sayfalar: 628 ve 629 – Ruh ve Madde Yayınları

Yayın Tarihi: 13.Şubat.2012

 

© Astroset 2003-2012