Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

Duygusallığın Kontrolü İle Gelen Empati

Derleyen: Selman GERÇEKSEVER

 

  Dünya beşeri büyük ölçüde duygusal bir varlıktır. Beşeri zaaflardan kurtularak “insanlaşmak”, nefsin terbiyesi kapsamında; duyguların/duygusallıkların kontrol altına alınarak, olumsuz duyguların yerine olumluların, duygusallaşmak yerine duygulanmanın geçirilmesiyle olasıdır. Genel görünüme baktığımız zaman görüyoruz ki, temelinde; nefsin eğitilmemişliğinden kaynaklanan duyguların/duygusallıkların kontrolsüzlüğü bulunmaktadır.

  Kendini tanıma kapsamında yapılan/yapılabilecek çalışmaların önemli bir bölümünü, duyguları tanımak ve onları kontrol altına almaya çalışmak oluşturur. Bireyin kendini tanımasının ve beşeri zaaflardan kurtularak insanlaşmasının yolu duyguların tanınmasından ve analizinden geçer. Beşeri ilişkilerin “sağlıklı” nitelik kazanması ve sürmesiyle, beşeri koşullara uyum ve başımıza gelenlerin içsel gelişim yönünde değerlendirilmesi, içsel dengeye ve huzura kavuşmak, bu şekilde toplumda güvenilir bir kişi olmak, büyük ölçüde duygusallıklardan arınmakla olasıdır. Kadim bilgelik, belli başlı inisiyasyonlar ve Kutsal Kelam yüzyıllar boyunca hep bunu söyledi ve Peygamber daha açık ve net bir ifadeyle, “Kendini bilen, Rabb’ini bilir!” dedi. Çünkü kendini bilmek, nefsin eğitimi ve duygusallıkların kontrol altına alınmasıyla kazanılan insani bir değerdir.

  Apaçık gerçek bu olmasına karşın, bu güne kadar; “Düşünüyorum, o halde varım…” diyen maddeci zihniyet, yüzyıllar boyunca duyguları ihmal etti. Günümüzde ise, bu ihmal daha da kabalaşarak, “Tüketiyorum, o halde varım”a dönüşmüş durumda. Bugün, “gününü gün etme” ve “nefsin heva-hevesi” ne gereğinden fazla yer vermenin kaçınılmaz sonucu olarak zaman zaman insanı insanlığından utandıran yüz kızartıcı kusurlarda artış kaydedilmektedir. Duyguyu göz ardı eden nefsanî ve çıkarcı yaklaşımlar, somut zevkleri ön plana çıkarmış durumdadır.

  İnsani değerlerle bağdaşmayan, bu çarpık gidiş içinde insan, ekonominin ve politikanın malzemesi haline getirilmiş ve günümüzde artık bilimsel istatistiklere de yansımış bulunan, gelir dağılımındaki adaletsizlik, işsizlik ve bir yığın çevre sorunu ortaya çıkmıştır. Oysa bireyin kendini bilmesine yönelik bir eğitim ile nefs, duygular ve zihin kontrol altına alınarak beşer bu hamlıktan kurtarılabilir. Çünkü beşeri zihin, nefsin egemenliğinden kurtarılabilirse, beyne iyi huylu esneklik kazandırılabilmektedir. Bu güzel sonucu birçok bilge/arif kişi bize, beşeri tarih boyunca uygulamayla kanıtladı. Bu, olmayacak ya da sadece bilgelere ve ariflere/velilere özgü bir şey değil; tüm peygamberler ve büyük inisiyeler bunu söyledi ve uygulamayla bizlere gösterdi. Kişinin, kendisine yapabileceği en büyük iyilik; duyguların ve nefsin kontrol altına alınmasıyla zihnin eğitilmesidir.

  Bu yazımızın ana teması, duyguların/duygusallıkların kontrol altına alınmasının en güzel ve erdemli insanlara özgü kazanımlarından biri olan EMPATİ kavramıdır. Bu ana temaya girmeden önce; organik bağlantısından dolayı, duygular üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.

  Yazımızın girişinde, olumsuz duyguların, olumlulara çevrilmesinin, duygularla haşır neşir olmanın gereği olduğunu belirtmiştik. Yani, olumlu ve olumsuz duygularımız var; bunlara “dürtüsel”, “psikolojik/sosyal” duygular da deniyor(1). Bunlardan “dürtüsel duygular”; açlık, susuzluk, üreme, saldırganlık vb. iken; “olumlu/sosyal duygular” da sevgi, güven, sadakat, empati, merhamet/şefkat vb. olmaktadır. Dikkat edilirse “dürtüsel” denen temel duygular hayvanlarda da vardır; kendini bilmez nefsanî beşer, bunları kontrolde çok zorlanır ve bu nedenle zaman zaman hayvandan da zalim hale gelir. Bu durumda olan beşer tiplemesi için Kur’an’da “beyinsizler”(Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140), “davar”(Bakara Suresi), “hayvan”(Furkan 144) gibi sözcükler kullanılırken; insanlaşma yolunda nefsini terbiye ederek duygusallıktan arınmış takva ehli insan için, “ALLAH’ın halifesi”(Nur 55), “aklı ve gönlü işleyenler”(Bakara 179, Ali İmran 7) ve “Rablerinden bir hidayet üzere olanlar”(Bakara 5) gibi ifadeler kullanılmıştır.

  Tüm bunlar, duyguların önemini ortaya çıkarmaktan öte, onların kontrolünü ve eğitilmesini de işaret etmektedir. Yukarıda değinip geçtiğimiz dürtüler, kendini eylemle ifade etmek isteyen duygulardır. Ancak “dürtüsüzlük”(özellikle kendinden habersiz, bencil beşeri) sadece tembelliğe/atalete değil, acizliğe ve yalnızlığa da iter. Dürtülerin aşırı ifade edilmesi ise, bireyi; acımasızlığa, aceleciliğe(sabırsızlığa), hatta “alçakça” olarak bildiğimiz davranışlara iter. Kendine ve çevreye zarar verici ve bireye telafisi zor negatif karma yükleyen dürtüleri(ve bunlardan kaynaklanan olumsuz duyguları) kontrol etmek, anlayışlı ve şefkatli(empatik) olmak için olumlu duygusal alışkanlıklar ve sosyal beceriler elde edilmesi gerekir. Bu konuda “duygusal zekâ” tanımını temel ve uygar yaşam becerisi olarak ortaya koyan Daniel GOLEMAN şunu söylüyor: “İki ahlaki tavra ihtiyacımız var; kendine egemen olmak ve şefkat göstermek.”(2).

Duygusal yaşamımızın akıllıca yönetilmesi duygusallıkları kontrolün gereği olmakla, empatiye giden yolda bireyi tutabilecek bir uygulamadır. Bu tutum aynı zamanda kendine egemen olmanın da, nefsanî istek ve eğilimleri dizginlemenin de yoludur. Bu şekilde kazanılacak diğerkamlık, empati kavramında anlamını bulan insani bir beceri ve nefsin edeplendirilmesiyle gelen bir başarıdır. Böyle bir başarıyla gelen, “başkalarının hissettiklerini anlama becerisi” nin gereği de, akıl ve kalbin birleştirilerek uygulamaya konmasıdır ki, bunun bir adı da “makul vicdan” olmaktadır.

  Maddeci zihniyet, görmemezlikten geldiği manevi değerleri, modern yaşamın kazanımlarını koruyarak “psikoloji”(ve daha sonra “parapsikoloji”) adı altında tekrar hayata geçirmiştir. Bunun ifade şekillerinden biri de “duygusal zekâ” kavramıdır. Duygusal zekâsı olanlar, kendi duygularıyla birlikte başkalarının duygularını da okuyabilen, egosundan ve beşeri koşullandırmalardan bağımsız davranan ve sağlıklı beşeri ilişkiler içinde uzlaşmacı/iyimser insanlardır. Görülüyor ki, bu yazımızın ana teması olan “EMPATİ” nin gereği, duygusal zekâya sahip olmaktır(3). Duygusal zekâya sahip olmak, büyük ölçüde nefsin başıboşluğundan kaynaklanan, nefsanî duyguların kontrol altına alınması ve duygusallıkların en aza indirilmesiyle olasıdır.

  Maddeci zihniyetin temsilcilerinin eseri olan sözde “modernist” bakış, özgürlüğü; dürtüleri(beşeri neftsen kaynaklanan itilimleri) serbest bırakmak olarak tanımlarken, duygusal zekânın keşfiyle gerçek özgürlüğün “dürtülerden özgür olmak” olduğu ortaya çıktı. Bu aslında, geçmişin yeniden keşfi, kadim bilgeliğin sözüne gelinmesidir. Başkalarını önemsemeyen, sadece kendi çıkarını ve başarısını önceleyen, yaşamı bir mücadele olarak algılayan ve öneren birey ve toplum itişme, çekişme, didişme, aldatmaca ve kandırmaca ortamıdır. Mesleki başarısı yüksek ama sosyal engelli, yalnız, bencil, güvenilmez, nefsanî dürtülerini doyurmayı yaşam amacı edinmiş bir toplumda doğal olarak “başlar ayak, ayaklar da baş” durumundadır. Bu anlamda “modernist” bakış üzerine kurulmuş olan kapitalizm, tüketimi hızlandırıp daha fazla kar etmek için; “yardımlaşma, ürünün işlem maliyetini artırır ve alçakgönüllü, anlayışlı olmak, zayıflık/enayilik belirtisidir.” düşüncesini temel aldığından, ortamı, rekabetçi çatışma alanına dönüştürmüştür. Böylece, bir kısım bireyler, reklamlarla empoze edilen geçici mutluluklar peşinde koşan tüketim aracı haline getirildi. Nefsini gözetim altında tutup, duygularını kontrol etmeyi başaran azınlık ise, insani değerleri hiçe sayan bu aldatmacadan kendini koruyabiliyor.

  O halde insanlaşmak ve toplum halinde insanca yaşamak için, duyguların; kontrol ve gözetiminde ötesinde, eğitilmesi gerekiyor. Beşeri eğilim ve edimlerimizin sanki motor gücünü oluşturan duygular(kadim öğretilerde) “at”a benzetilmiştir. Ehlileştirilmemiş atların, başa bela olmaktan başka bir işe yaramayacağı ortadadır. Terbiye edilmemiş duygular kendi haline bırakılırsa, sorumsuz/sınırsız bir şekilde hareket etmek isterler: Özellikle cinsellik, açlık, susuzluk gibi ilkel dürtüler, başına buyruk olma eğilimi taşır. Bu duyguların eğitimi, tıpkı bir atın terbiye edilmesi(bir köpeğin ehlileştirilmesi) gibi; sahibinin, kendisini ve kurallarını o hayvana  kabul ettirmesini gerektirir. Bu durum, beşeri düzeyde, nefsin ve duyguların eğitilmesiyle “beden olarak  yaşamak” tan kurtulmakla olasıdır. Beden olarak yaşamak “ölü yaşamak” tır. Asıl “dirilik” ise, nefsin ve duyguların kabalığının giderilmesiyle gelen bilge insanlara özgü erdemliliktir. Duygu eğitimi, bu anlamda “dirilik” e kavuşmada önemli bir aşamadır. Bunun da gereği; düşüncelerin ve tasavvurların, kısaca zihnin içeriğinin nitelikli hale getirilmesidir(4).

  Duygusallık ve duyguların başıboşluğu, sabırsızlıkla yakından ilgili beşeri bir zaaftır. Duygusal zekânın fark edilmesinden sonra, duyguların denetiminde ve eğitiminde sabrın önemi/gereği ortaya çıkmıştır. Çocuklara verilecek eğitim kapsamında, bencilliğin giderilmesiyle ilgili olarak, kazandırılacak en önemli meziyetlerden biri sabırlı olmaktır. Bu konuda, “Çocuktur, büyüyünce öğrenir.” Demek, kendini bilmez ebeveyne özgü bir sorumsuzluktur. Yetişkinlik çağında, hala sabırsızlık belirtileri(emareleri) sergilemek, çocukluktaki ihmallerin yetişkinlikte ortaya çıkan doğal sonuçlarıdır. “Duygulardan sorumlu beyin alanarının keşfedilmesinden sonra, sabrın, duyguları eğitmek konusunda, beyne öğretilmesi gereken bir duygu olduğu düşünüldü…”(1). Çünkü beşerde, doğuştan gelen acelecilik eğilimi vardır. Sabır erdemi ise,; sonradan, ego eğitimiyle gelen insani bir değerdir. Çocuklar bizim için önemliyse; bu erdemi, çok geç olmadan onlara kazandırmak anne ve babanın görevidir. Bu, çocuklukta ihmal edilirse; yaşam onu çocuğa/gence acımasızca öğretecektir ki bu da, sıkıntılı eprövler ve mutsuzluk demektir. Duyguyu, deneme-yanılma yöntemiyle öğrenmek yerine; küçük yaşlardan başlayarak; yaşama sabırlı, insanlara hoşgörülü bakmayı başarmaktır. Böyle bir hoşgörüyle gelen merhamet ve şefkat, ayrıntılarına ileriki paragraflarımızda gireceğimiz “EMPATİ” ye götüren insancıl meziyetlerdir.

  Aslında ve özellikle de kendinden habersiz “beden olarak yaşayan” birey, aklına ilk gelen şeyi söylemek, çoğunlukla düşünmeden konuşmak ve aklına ilk geleni uygulamak eğilimindedir. Bu tutumun, Gurdjieff öğretisindeki adı “hareket bedeniyle”(hareket bedeninin aklıyla) tepki vermektir(5). Aceleci ve sabırsız kişiler, normalden de farklı olarak, “dikkat eksikliği” yaşayan ve genellikle sorgulamadan karar veren bireylerdir(1). Sabır, öteki erdemlerin üzerinde geliştiği temel bir insani değerdir. Yaşamın zorluklarına bilgece tahammül edebilenler ve bu zorluklardan ders alanlar, bunun karşılığını idraklenerek alırlar(6).

Merhamet-Şefkat

  Günlük yaşamda, “sabretme gücü” kazanılmaksızın merhamet ve şefkat meziyetlerinin ortaya çıkması, buradan hareketle empati durumuna girilmesi pek kolay değildir. Bu nedenle, esas konumuz olan “EMPATİ” ye girmeden önce “merhamet-şefkat” ikilisinden de söz etmekte yarar var:

  Her şeyden önce, şefkat ve merhamet, İlahi isimlerden biridir: Rahim. Elbette ki; ALLAH, merhameti ve şefkati sınırsız olandır. Bizler de, tekâmül olgusu içinde giderek ALLAH’a benzemek durumunda olan varlıklar olduğumuza ve her şeyin bunun için birer araç/malzeme olduğuna göre, bu erdemleri bünyede tezahür ettirmek, bir bakıma varlık olmanın sorumluluğu ve zorunluluğu gereğidir. Merhameti şefkat ve empati(duygudaşlık); birbirini tamamlayan, olumlu/sosyal duygulardır. “Bu duygu üçlüsünün günümüz bireyi için en iyi ve doğal sakinleştirici olduğunu söyleyebiliriz.” Diyor Prof. Dr. Nevzat TARHAN(1). Örneğin, sinirli olduğumuz bir anda, elimiz; sigara ya da herhangi bir müsekkin gibi uyduruk çarelere gideceği yerde, bu üçlü içindeki duyguları harekete geçirebilirsek, beynimiz “mutluluk hormonu” salgılamaya başlıyor. Son yıllarda duygusal zekâ araştırmaları kapsamında yapılan çalışmalar(“İşlevsel MR” araştırmaları) bu duyguların beyinde biyokimyasal kökeninin olduğunu ortaya koymuştur. Birine karşı merhamet, şefkat, acıma gibi olumlu/sosyal duygular hissedildiği anda beyinde “iç morfin” de denilen; endorfin, serotonin gibi mutluluk hormonlarının salgılandığı saptanmıştır. Bu bilgiler, mutluluğu hedefleyen kişilerin şefkat duygusunu daha çok geliştirmeleri tezini ortaya çıkarmıştır.

  Merhamet-Şefkat-Empati üçlüsünün, en geniş kapsamlı üyesi birincisidir. Merhamet duygusu olan insan, ayırım yapmaz. Günümüzde, sözde gelişmiş ülkeler de dâhil, sergilenen çeşitli ayrımcılıklar henüz bu erdemin beşeriyette filizlenmemiş olduğunun yüz kızartıcı ifadesidir. Merhamet, karşı tarafın kimlik ve kişiliğini gözetmeden, herkese eşit dağıtılan bir hoşgörüdür. Merhametin zıttı bencilliktir. Merhamet arttıkça bencillik, bencillik arttıkça da merhamet azalır. Birey iç dünyasında bunların hangisini beslerse, o yöndeki hisleri gelişir.

  Merhamet duygusu, beynin mutluluk hormonunu salgılamasını sağlaması yönüyle, kişinin lehine bir duygudur. Ayrıca, merhamet; mutluluğu düzenleyen beyin alanlarının aktif duruma geçmesini kolaylaştırmaktadır. Budist rahipler/rahibeler üzerinde yapılan bir araştırmada; bu insanlara, vücudu yanan bir kişinin filmi izletilmiştir. Bu sırada yapılan ölçümlerde(elektrotlu EEG) rahiplerde acıma hissi ve iyilik yapma arzusu uyandığı saptanmıştır. Fakat aynı görüntüler rahip olmayan/sıradan kişilere izlettirildiğinde; onların beyinlerinde iğrenme/tiksinme duygusu harekete geçmiştir.

  “Başkalarının iyiliğini isteme arzusu” da diyebileceğimiz merhamet, EMPATİ gerektirir. Çünkü EMPATİK davranış bir yönüyle, karşımızdaki kişiyi mutlu etme ve kendini iyi hissetmesini sağlama çabasıdır. “Duygudaşlık” da denen EMPATİ, başkalarını anlamayı sağladığı gibi, yaptığı iyilikten ötürü, kişinin kendisinin de mutlu olmasına yardım eder.

  Üçlümüzün ikinci üyesi olan şefkat’e gelince; bunda “koşulsuzluk” söz konusudur. Şefkat, insanları olumlu/olumsuz yönleriyle, olduğu gibi kabul etmemizi sağlar. Muhatabın ihtiyaçlarını hissederek, ona özel muamele söz konusudur. Şefkat, merhametin olgunlaştırılmış hali ve bir adım ilerisidir. Bilgiyle geliştirilen merhametin, şefkate dönüştüğünü söyleyebiliriz. Şefkat, duygusal farkındalıkla kendini gösteren, hislerimizin aktarılmasında biz istemesek de beden dilimize yansıyan bir haldir. Beden dilimize yansıyıvermesi, idrakle ilgili bir durumdur. İdrak edilmeyen(yani, uygulamayla özümsenmemiş) bilgi bedene yansımaz, bireyi eyleme sürüklemez.

  Başkalarıyla ilgilenmek, onların hislerine ve düşüncelerine karşı duyarlılık, başkalarının acısına ortak olmak gibi insancıl özellikler desteklenmezse(uygulamayla sürekli kılınmazsa) körelir. Düşünceli ve nazik olmak, insan olmanın gereği olduğu gibi, insanın fıtratında da(yaradılış olarak da) vardır. Ancak onu, uygulamayla sürekli kılarak beslemek gerek, sönümlenip gitmemesi için… Bu sürekliliği sağlamanın uygulaması da EMPATİ pratikleri yapmaktır. Şefkat ve merhamet duyguları ancak EMPATİ becerisi sayesinde güçlenebilir. Bitkilerle, hayvanlarla, insanlarla(yani çevresindeki her şeyle) EMPATİ kuramayan kişinin şefkat duygusu, gerektiği gibi ortaya çıkmaz/gelişemez. EMPATİ, şefkati kapsayan bir yetenektir. Karşı tarafın yaşadıklarını anlamak ve ondaki duygusal ipuçlarını okumak için EMPATİ ve şefkatin birlikte iş başında olmaları gerekir. EMPATİ yeteneği sahibi insan, başkalarıyla iletişim ve etkileşim halindeyken; onların duygularının arka planını tahmin etmeye çalışırken, sözlerinin altındaki anlamları, “satır aralarını” okumaya çalışır. Şefkat, EMPATİ ile birleştiğinde, insan “başkasının gözüyle” bakmayı başardığında, farklı dünya görüşlerini de tanır.

  Bireyin, EMPATİK olmasının belli aşamaları vardır: Çocuklar altı yaşına gelene kadar önce duygusal EMPATİ’yi, sonra da zihinsel EMPATİ’yi öğrenirler. Zihinsel EMPATİ de: “başkalarının gözüyle” olayları görmek, onun gibi düşünmek ve bu düşüncelere uygun davranmak söz konusudur. 10-12 yaşlarında ise soyut EMPATİ yeteneği kazanılır. Soyut EMPATİ, kişinin kendisinden daha az olanaklara sahip kimseler için kaygılanması demektir. Bu gelişim süreci bize; EMPATİ’nin kendiliğinden gelişen bir duygu olmasından çok, insanda potansiyel halde bulunan bir eğilim/erdem olduğunu göstermektedir. Acıma duygusunun; duygusal, zihinsel ve sosyal EMPATİ’ye dönüşebilmesi için eğitim ve uygulama gerek.

  Sempatinin EMPATİ’den farkı, karşı tarafın hislerine aynı şekilde karşılık vermektir. İki-üç yaşındaki çocuk, ağlayan kardeşinin yanına gelip, o da ağlamaya başlarsa; bu, sempatizasyondan dolayıdır. Ama ağlamakla yetinmeyip, ona yardım etmeye çalışırsa, EMPATİ uygulaması yapmış olur(7). Bir arada bulunan birçok bebekten biri ağlayınca, ötekilerin de ağlamaya başlamaları, bu doğal sempatizasyondan dolayıdır. İnsanlara, EMPATİ yeteneği kazandırmanın, şefkat geliştirmenin ve merhameti doğru şekilde kullanmayı öğretmenin en doğru zamanı, çocukluk çağıdır. Yaşamın ilk yıllarında öğrenilen duygusal EMPATİ’nin, sonradan gelişecek zihinsel ve soyut EMPATİ’ye çevrilmesi kolay olur.

  Toplu halde yaşamanın sağladığı olanaklardan yararlanarak insanlaşmaya çalışan beşeri varlıklarız. Bu ilişki örüntüsü içinde, en az kendimizi düşündüğümüz kadar(hatta daha da iyisi, kendimizden çok) başkalarını düşünmek ve bu tutum ve titizlik içinde yaşamak durumundayız. Başkalarıyla beraber yaşamanın en önemli koşulu yardımlaşmaktır. Birilerinden aldığımız desteği, iyilik yaparak başkalarına yansıtmak insan olmanın gereğidir. Bunu yapamıyorsak, hiç değilse, Batı’ya özgü çıkarcı bir zihniyetle; rahatsız edilmemek için, başkalarını rahatsız etmemeye gayret göstermeliyiz. Ama nefsimizi yeterince eğitebilmiş ve duygularımızı kontrol edebilir duruma gelmişsek: “Merhamet + Şefkat + EMPATİ’den oluşan duygu kümesi” ni geliştirmenin en kolay yolu, birlikte yaşadığımız kişilere aksedecek yararlı işler yapmak, yani “hizmet”tir, hele bu hizmet/yardım karşılıksız olursa… Unutmaytalım, “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.”(Kur’an; Tagabun 9, Yasin 21, Bakara 274). Teke tek yapılan iyilik, karşı tarafta aynı duyguyu uyandırdığı için, bunun gelişmesini sağlar; sonuçta, EMPATİ artarken, şefkat duygusu da yükselişe geçer.

  Sadece ilim değil, hem ilim, hem de irfan sahibi olan kimseler(Kur’anca ifadesiyle “akıl-gönül sahibi âlimler”) hiçbir şekilde kendilerini başkalarından üstün görmezler. Gurur ve kibirden kaynaklanan üstünlük duygusu, aslında kendini yetersiz gören egonun “aşağılık kompleksi” ni gizleme gayretidir. İnsani değerlerin, akademik değerler kadar önemli ve gerekli olduğundan dolayı, bilge insan o değerleri yaşama geçirmeye çalışır. “Arif olan anlar…” sözü, bu anlayışla darb-ı mesel olmuştur. Bilgiyi uygulamaya geçiren ve bu şekilde çevreye hizmet etmeye çalışmanın adı olan arifliğin özellikleri, kültürümüz ve inanç sistemimizce “insan-ı kâmil” in vasıflarından sayılarak, yüceltilmiştir. EMPATİ ise, “diğerkâmlık” adı altında, yani; başkaları içinde gam, keder ve kaygı hissedebilme şeklinde yaşam kültürümüzde yer almıştır. Kendine egemen olmak ve özdenetim, “nefis terbiyesi” adı altında tüm kadim öğretilerde yerini almıştır.

----o0o----

Dipnotlar:

(1)   DUYGULARIN DİLİ, Prof Dr. Nevzat TARHAN- Timaş Yayınları.

(2)   DUYGUSAL ZEKÂ NEDEN IQ’dan ÖNEMLİ Prof Dr. Daniel GOLEMAN- Varlık Yayınları- 1996, İstanbul.

(3)   Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. dipnot(2)’de önerilen eser.

(4)   Bu konuda Eckhart TOLL’un ve OSHO’nun bazı kitapları yol gösterici olabilir.

(5)   Ayrıntılı bilgi için bkz.: İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEK, Ruh ve Madde Yayınları.

(6)   Sabır erdeminin ayrıntıları ve kazanılması konusunda bkz. (1) nolu dipnottaki kaynak eser: 5. Baskı, Sayfa 128 ve devamı.

(7)   Türkçemizde “sempatik”, “sempatize olmak” sözcükleri, orijinal(özgün) anlamlarından saptırılmış, yani yanlış olarak kullanılmaktadır. Batı dillerinde “sympathize”, duygusal olarak rezone olmak demektir. Yani “aynı duygu ile titreşmek…” Bu nedenle fiilin tam şekli “sympathize with” dir.

Kaynaklar:

·         KUR’AN,

·         İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEK, Ruh ve Madde Yayınları,

·         DUYGULARIN DİLİ,  Prof.Dr. Nevzat TARHAN , Timaş Yayınları.

Yayın Tarihi:03.Nisan.2012

 

© Astroset 2003-2012