Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

 

Ruh Nedir ?

Bedri RUHSELMAN

RUH ve KÂİNAT, Cilt 1, sayfa 91 ve devamından günümüz Türkçe’sine uyarlanmıştır

  Ruhun tam bir tanımını yapmaya olanak yoktur. Bunun neden böyle olduğu da okuyucularıma mâlum olmuştur. Boyut ve evren konusunda bazı düşünceler ileri sürülürken, üç boyutlu âlemimizin dışındaki maddeler hakkında hiçbir bilgiye sahip bulunmadığımızı ve bunları tanımlamaktan bile âciz olduğumuzu belirtmiştik. Madde evrenimizin bir adımlık ötesinde bile hiçbir tanıma sığmayan maddelerle (ruhsal celselerde) karşılaştığımızı anımsarsak, tüm bu maddesel kavramlardan yalıtılmış ruh gibi bir varlığı tanımlamaya kalkışmamızın ne kadar anlamsız olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz.

  Bununla beraber, ruhun; sezebildiğimiz bazı tezahürlerine bakarak ve ruhla ilgili olarak Üstadlarımız’dan kırıntılar hâlinde almış olduğumuz bilgileri de buna ekleyerek, ruh hakkında ancak aramızda anlaşabilmemize yarayacak kadar ve elbette çok noksan ve basit bir tanım yapmaya çalışacağız. Fakat bir kez daha yineliyorum ki, bu; ruhu tanımlamaktan çok, ruh hakkında konuşabilmemize olanak vermek için ortaya atılmış bir söylem olacaktır. Üstadlarımız’la görüşerek, ruhun iki önemli özelliği olduğunu öğrenmiştik. Bunlardan birisi, ruhun tesirlilik sahibi olduğu, ötekisi de şuura sâhip bulunduğudur. 

  Ruhu maddeden ayıran en önemli fark bu iki özelliğidir. Ruhun tesirlilik (müessiriyet) gücü vardır. yani ruh, maddeler üzerinde özgür irâdesiyle, gücü yettiği oranda değişik durumlar ortaya çıkarabilir (1). Ruhun ikinci özelliği olan şuurun ne olduğuna gelince; Üstad (2) şuuru şöyle tanımlıyor: “Şuur, ruhun kendi içindeki genel bilgisidir.” Şimdi bu iki özelliğin anlamını göz önünde tutarak, ruh hakkında şöyle bir söylem kullanabiliriz: Ruh, kendisindeki genel bilgisi ile tesirlilik kudretine sâhip ilâhi bir pırıltıdır. Bu “ilâhi pırıltı” adını da yine Üstad’tan almış bulunuyoruz. İşte, ruh hakkında Üstadlarımız’la görüşmelerimiz sonucunda anladık ki, bu konuda yukarıdakilerden daha fazla bilgi almak olanaklı değildir. Bu konuda okuyucularımızın doğrudan doğruya kendileri hüküm verebilmeleri için ruh hakkında Üstad’tan aldığımız tebliğlerden bazılarını paylaşıyorum:

Soru (S) : Doğrudan doğruya ruhun kendisi madde midir?

Yanıt (Y): Madde değildir, ilâhi bir pırıltıdır. Bu kadar söyleyebilirim.

S: Öyle ise, madde olmayan bir varlık da var demektir, öyle mi?

Y: Madde olmayan varlıklar birden fazladır fakat madde olmayan varlık olarak biz yalnız ruhu görüyoruz.

S: Demek ki, maddesel idrak, evrendeki varlıkların ancak belirli ve sınırlı bir kısmını kapsıyor ve bunların dışında sonsuz varlıklar vardır, öyle mi?

Y: Evet, ama onları size tanımlayamam.

S: Ruh, maddeden başka bir varlık olduğuna göre, neden maddesel varlıklar içinde bunalıp kalıyor?

Y: Ruhun tekâmülü, İlahi İrade Yasaları gereği, ancak bununla oluyor.

S: Ruhun geriliği hangi bakımdandır?

Y: Deneyim ve görgü bakımından.

S: Ruh ilk zamanlarda deneyimsiz ve görgüsüz müydü?

Y: Evet.

S: Peki, az önce “Ruh ilâhi bir pırıltıdır.” demiştiniz. İlâhi bir pırıltının görgüsüz ve deneyimsiz olduğunu nasıl kabul edebiliriz?

Y: Unutmayınız ki, ilâhi bir pırıltı dediğim zaman, size ancak bu kadar tanımlayabilirim de demiştim. Bunu ancak, ALLAH’ın bir pırıltısı anlamında almayınız.

S: ALLAH’ın bir pırıltısı olarak almadan bile, ALLAH’ın, bizlerin anlamayacağı kadar kapsamlı büyüklüğü ile ruhu karşılaştırınca, ona ne şekilde olursa olsun deneyimsizlik ve görgüsüzlük uygun görmek nasıl olur?

Y: Unutmayın ki, hâşâ ALLAH’ın bir cüz’ü (parçacığı) demedim.

S: “Bir cüz’ü” demediniz ama, ALLAH’tan çıkan mı?

Y: “Çıkan” da demedim.

S: ALLAH’a oranlanan ? Bu sözümü onaylıyor musunuz?

Y: ALLAH’ı demek istiyorsanız, hayır. O’nun yarattığı (mahlûku), O’nun vücud verdiğini kasdediyorsanız, evet.

S: Bu duruma göre, sözlerinizden şunu çıkaracağız: İlâhi pırıltıdan şunu anlayacağız: İlahi pırıltıdan maksat, ALLAH’ın vücud verdiği, var ettiği demektir, öyle mi?

Y: Evet, başka türlü tanımlayamam.

  Bu konuda alacağımız bilgiler bundan fazla olamayacağını doğal olarak kabul etmemiz gerekir. Madde hakkında geçen sözlerden bunu çok iyi anlarız. Şu halde, ruh için uygun bulunan tüm melekeler onu bize yeterince tanıtmış olmayacaktır. Hattâ belki hiç tanıtmış olmayacaktır. Çünkü ruhun yüksek varlığı ve bilmediğimiz yüksek melekeleri yanında bildiklerimiz hiçbir şey değildir. İnsan ruhunda gördüğümüz irade, imajinasyon vb. gibi yüksek moleküller ruh melekelerinin kuşkusuz en yükseği değildir. Nasıl ki, bitkideki bir ruhta bunların hiçbirini göremiyoruz. Bizler de bitki bedeninde bulunduğumuz zaman bu melekelerimizin var olduğundan haberdar değildik. Oysa bitki ile aramızdaki uzaklık, ruhumuzun maddesel evrende kat edeceği sonsuz gelişim aşamalarından olan uzaklığa oranla bir hiç değerindedir. Bu kadar kısa sürede belirginleşen insan ruhunun bu yüksek melekeleri yanında, sonsuz uzaklıklarda ortaya çıkacak başka melekelerini şimdiden tasavvur bile etmeye olanak yoktur. Biz, gelişimimize paralel olarak melekelerimizin, farkına vardıkça, bir an gelecek ki, şimdi o yüksekliği ile gururlandığımız beşerî melekelerimiz onların yanında bize çok ilkel görülecektir.

  O halde, biz ruhu, ancak üç buutlu evrenimizde melekelerini kullanmak için bulabildiği tezahür zemini oranında tanıyoruz. Bu kadar kısa biliş ve görüşle onun tüm varlığına ve hayatına nüfûz etmek olanaklı değildir. Kitabımızın değişik yerlerinde ruhun biraz daha yüksek melekeleriyle ilgili bazı sezinlemeler görülecektir, fakat bunlar da bizi ruhun ne olduğu hakkında öncekilerden daha iyi aydınlatmış olmayacaklardır.

Ruh Doğrudan Doğruya İnceleme Alanımıza Girer mi?

  Ruh nerededir? Ruhu, neden, kuş tutar gibi, bir ökseye yapıştıramıyoruz ya da onu hiç olmazsa neden rüzgârın elimize çarpması gibi algılayamıyoruz? Çünkü tüm maddesel özelliklerden kurtulmuş %100 saf / hâlis ruh hâlindeki bir varlık bizim için söz konusu olamaz. Bunun içindir ki, böyle bir ruhu şimdiye dek hiçbir bilge, hiçbir filozof bize anlatamamıştır.

  Burada şöyle düşünenler olabilir: İnsan hiçbir şekilde tanımadığı bir varlığa nasıl inansın? Bu doğrudur, fakat şurası da doğrudur ki, bir şeyin var olduğuna ya da yokluğuna inanmak, o şeyin var ya da yok olmasını gerektirmez. Uzaklara gitmeye gerek yok; kendi yakın âlemimizde, hattâ dünyamızda bile öyle şeyler vardır ki, biz onların ne olduklarını bilmediğimiz halde, eserlerini maddeler üzerindeki etkilerini inceleyerek gerçekliklerine nüfuz etmeye çalışırız. Mıknatisiyet nedir? Genel çekim (gravitation) nedir? Elektronik nedir? Bunların gerçekten ne olduklarını kimse bilmiyor ve onları doğrudan doğruya kimse de görmüş değildir. Fakat insanlar bu etmenlerin maddeler üzerindeki etkilerini inceleyerek, onlar hakkında az çok açık bir fikir almaya çalışıyorlar. Böyle maddesel şeylerin bile doğrudan doğruya incelenmesini yapamazken, tüm maddesel idrakin dışında kalan ruhu, kuş yakalar gibi ökse ile yakalamak sevdasına kapılmayacağımız aşikârdır. Şu anda Broussais’in sözleri aklıma gelmemiş olsaydı, bu kadar kaba bir örneği bulup söyleyemezdim. Broussais diyor ki, “Ben birçok kadavralar açtım ama bisturimin ucuna ruh diye bir şeyin takıldığımı aslâ görmedim.”

  Şu halde şimdiye dek söylendiği gibi, insan bedeninin içinde bir “ruh” yoktur. Ne olduğu kesinlikle anlayamayacağımız varlıkları, maddenin bildiğimiz ya da henüz bilmediğimiz yasalarına bağlı maddeler içinde hapsetmeye de yetkimiz yoktur. Tamâmıyle madde dışı olan ve maddeler hakkında söz konusu olmayacak özelliklere sâhip bir varlığı, hattâ kendi âlemimizde olduğu gibi, en geri maddelerin tâbi olduğu zaman – mekân koşullarıyla doğrudan doğruya bağlamak olur mu?

  Dahası, örneğin, sevgi nerededir, sevinç, korku, fikir nerededir? Bunları bedenimizde duyumsamamız; bunların, bedenimiz içinde hapsolmuş bir varlıkla ilgili olduklarını kanıtlamaya yeterli değildir. Bu, olsa olsa nihâyet şuurlu varlıkların maddeler üzerinde tezâhür etmek gereksinimi içinde bulunduklarını gösterir. Ruhu, tıpkı bir ipek böceğinin kozası içinde oturduğu gibi herhangi bir madde kütlesinin bir köşesinde sıkışıp kalmış bir şey olarak düşünmekten daha büyük bir kusur tasavvur edilemez.

  Tüm bunlardan çıkarmak istediğim ilk fikir şudur: Biz doğrudan doğruya ruhla hiçbir zaman karşı karşıya gelemeyiz. Ruh denince, bizim için ancak onun çeşitli yoğunluktaki maddeler üzerinde ortaya çıkan tesirliliği ve bu tesirliliğin tezahürleri söz konusu olabilir. Eğer ben dostum “X” i karşımda görüyorsam bu gördüğüm şey ne onun ruhudur, ne de (söylendiği gibi) ruhunun yoğun bir zarfıdır. Hangi maddesel âlemde olursa olsun, bu gördüğüm şey ancak dostumun ruhunun yüksek seyyal maddeler yolu ile yoğun maddeler üzerinde, o maddelerin doğasına uygun olarak ortaya çıkan tesirliliğiyle ilgili hareketler, şekiller ve fiiller hâlindeki tezahürleridir.

  Burada konu biraz karışık gibi görünüyor. Fakat biraz kaba olmakla beraber, bunu daha maddesel bir örnek ile açıklamak olanaklıdır: Bir heykele baktığımız zaman, onda neler görürsünüz? Önce, o bir taş parçasıdır. Fakat sizin gözünde onun taş parçası durumundakinden başka bir özelliği vardır: Doğadaki işlenmemiş taşlar üzerinde hiçbir zaman rast gelmediğimiz bu özellik heykelin ifâde kudretini sağlayan çizgileri ve şekilleridir. Demek, burada bir ifâde, bir duygu ve fikir vardır. Bu da, hiç kuşkusuz, bir zekanın eseridir; kendini duyan ve ne yaptığını bilen bir varlığın eseridir. Bu zekâ nerededir? Hiç kuşkusuz, o, bu taş parçalarında değildir. Ayrıca, taştan ayrı bir varlık olan bu şuurlu kudretin sâhibi bu heykelin ortasında bir yere saklanmış da değildir. Bu taş parçasına yansımış olan ifâde, bu eseri oluştururken, bir sanatkârın etkin haldeki tasavvurunun o âna özgü içeriğidir.

  Durum böyle olunca, bu heykele; “Bir sanatkârın, belli bir âna özgü ‘donmuş’ bulunan ruh hâlinin canlandırdığı bir varlıktır…” diyebiliriz. Bu noktayı iyice belirginleştirdikten sonra, örneğimizi şöyle sürdürelim: Eğer bu sanatkâr yeterli derecede maddesel olanaklara sâhip olup duygu ve tasavvurlarının yalnız bir âna özgü olan kısımlarını bir sinema şeridinde olduğu gibi ardı ardına gelecek şekilde bu taş parçasının üzerinde gösterebilmiş olsaydı, o zaman biz karşımızda, cansız bir heykel değil, canlı bir insan görürdük. Fakat sanatkâr yine heykelin içinde olmazdı. Dünyanın çok sınırlı olanakları içinde tasavvur edebildiğimiz bu durumu, manüpülasyon olanakları sınırsız maddelerde çalışan (3) ruhlar hiç kuşkusuz, daha geniş bir ölçekte ve daha ideal bir şekilde gerçekleştirebilirler.

Ruhlar Nereden Gelip Nereye Giderler

  İnceleme alanımızın dışında kalan ruhun yaratılışını değişik bakımlardan, onun madde evrenimizde doğmuş olmasıyla bir tutmuyoruz. Yaratılışın sonsuzluğu başka birtakım düşüncelerin yardımıyla bize bu fikri telkin ediyor. Önce, bizim için maddelerin sonsuz olduğuna inanıyoruz. İkinci olarak, madde evreninin dışında da sayısız varlıkların bulunduğuna inanıyoruz. Tüm bunlardan sonra, ruh hayatının ve tekâmülün ebedi olduğuna inanıyoruz. Son olarak da, hiçbir ruh olgunluğunun tanrılıkla karşılaştırılmasının söz konusu olamayacağına inanıyoruz. İşte tüm bunları bir araya toplayıp düşünce, ruh hayatının ve varlığının sınırlı bir madde evreni içinde doğup söneceğine inanmıyoruz.

  Kitabımızın başka yerlerinde de belirttiğimiz gibi, ruhun madde evrenindeki varlığı ebedi varlığından geçen bir merhaledir ve biz buna “tekâmül merhalesi” diyoruz. Fakat bu da bize sonsuz ve sınırsız görünüyor. Oysa, ruhun genel hayatı içinde bu merhalenin çok kısa ve sınırlı olması olasıdır. Çünkü ebediyet içinde ne kadar sonsuz görünürse görünsün sınırlı olan her şey kısadır, küçüktür, hattâ bir hiçtir.

  O halde ruh, küçük maddesel yaşamında var ve yok olamaz. O, bundan önce vardı, bundan sonra da hep olacaktır. Bu düşünceye göre; ruhun madde evreniyle bağlantısını sağlayan araçlarına bağlandığı ânı, onun yaratılış tarihiyle karşılaştıramayız. Bunlar birbirinden tamamıyla farklı şeyler olmak gerekir.

  Ruhun madde evreniyle bağlantı kurması, yâni orada ortaya çıkması ne zamana rastlıyor? Bunun bilmiyoruz ve aslâ da bilemeyeceğiz. Yalnız kırıntı hâlinde, oradan buradan topladığımız bilgilerle şimdilik şu kadar söyleyebiliriz: Ruh, kendisine ayrılmış bulunan tekâmül aracı ile maddeler üzerinde etkili olur (4). Ruh, çeşitli yollardan maddeler üzerindeki tesirliliğini kullanarak, yüksek amaçlara doğru durmadan “yürür”. Bu yolda ilerleyen ruh her adımında maddeler evrenindeki tesirliliğini arttırır. Tesirliliğini arttırdıkça daha yüksek alanlara çıkar ve o oranda asıl ruhânî hayatına öncekinden daha kudretli ve etkili olarak yaklaşmış olur (5).

  Acaba ruh, madde evrenindeki tekâmülünü tamamladıktan sonra ne olur? Bu konuda hiçbir şey söylemek olanaklı değil. Madde evreni boyunca ruh hayatı hakkında yapabileceğimiz hiçbir tahmin yoktur. Zâten doğrusunu söylemek gerekirse, bunu bilmenin; bizim için ne gereği ne de bir yararı vardır. Oralardan, hiçbir şekilde yararlanamayacak kadar uzaklarda bulunuyoruz…

Madde ve Ruh

  Ne ruhun ne de maddenin başlangıcından ve sonundan söz etmek aklımızın ucundan geçer. Burada kesin bir olasılık vardır. Fakat gene yukarıda belirttiğimiz gibi âşikar olan başka bir gerçek daha vardır ki, o da; maddenin tüm özelliklerinden ayrı ve madde fikriyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir varlığın, daha doğrusu maksatlı bir tesirliliğin maddesel hareketler arasında görünmesidir. Burada iyi düşünülmezse, olası bir hataya düşülebilir: Bu hatâ, madde içindeki enerjiyi bu şuurlu tesirlilikle bir tutmaktır.

  Maddesel enerji hiçbir zaman maddeden ayrılmaz, maddeden ayrı düşünülemez. Bu enerji madde içi hareketlerin bir bileşkesidir ki bu, maddesel oluşun zorunlu bir sonucudur. Bu bakımdan maddeyi “kendi içinde bulunan enerjinin tezâhür etmiş hâlidir” diye tanımlarsak, belki gerçekten pek uzaklaşmış olmayız. Oysa, ruh şeklinde (ruh olarak) idrak ettiğimiz varlığın tezâhürleri, daha doğrusu ruhun tesirliliği, tam tersine tamamıyla maddeden ayrı bir kavramdır. Onun varlığının zorunluluğu, öncekinden tamamıyla aksine olarak maddeden ayrı bulunmak şeklindedir. Bununla maddeyi birleşmiş görmek ancak maddesel enerjinin bu etkili yanından yönetme ve yönlendirme olduğunu kabul ettiğimiz anda mümkün olur.

  Bu durumu bir örnekle açıklayabiliriz: Akmakta olan bir su kitlesini tasavvur edelim. Burada bir hareket vardır. dışarıdan bir etki gelmedikçe bu hareket ebediyen böylece hiç değişmeden sürecektir. Madde yasası bunu bize böyle öğretiyor. Tüm maddesel olgular aynı koşullar altında her zaman aynı sonucu verir. Biz buna maddenin atâlet duyarlılığı diyoruz. Bu atâlet durumunu kabul etmek, maddelerin maksatlı değişme olanağını ortadan kaldırır. Çünkü belirli hedeflere doğru değişebilen maksatlı hareketlerle, hareket yönü asla değişmemek özelliğinde olan atâlet durumunu aynı şey olarak kabul edemeyiz.

  Şimdi, bu suyun akışında bize göre ortaya çıkmış (görünür hâle gelmiş) hiçbir amaç yoktur.Şu halde, bu akış âtıl bir harekettir. Bunun yanında başkaca bir takım katı maddeler daha vardır ve bunlar bağlı oldukları yasalara göre yoğunluklarıyla suyun akıcılık özelliğine karşı koyabilirler ama bunlar da öncekiler gibi âtıldırlar. Bu iki maddenin birbirine zıt özelliği karşılaştığı zaman, birbirini etkisizleştirmeye çalışır. Yani eğer katı maddenin katılığı / sertliği, sıvı maddenin akıcılığından daha kuvvetli ise, ona karşı koyar. Fakat bunların ikisi de âtıl olduğundan hiçbir zaman katı bir cisim kendiliğinden, belirli bir amaca göre akan suyun önünde durmaz. Bu durum ancak dışarıdan bir etkinin yardımıyla olur. Eğer bu etkide / tesirde bir amaç yoksa; o zaman biz bunu, yönleri kendi kendine değişmeyen iki kuvvetin rastgele çarpışmasından ibâret sayarız. Fakat bu iki hareketin çarpışmasından maksatlı bir olay ortaya çıkarsa, o zaman âtıl olan maddesel enerjiye başka bir etmenin karıştığını ve bu etmenin tesirliliği ile öncekilere egemen olduğunu kabul etmek zorunda kalırız.

  İşte bu noktada maddesel enerji ile bu şuurlu etmenin birbirinden ayrıldığını görürüz. Çünkü evvelce maddesel enerjinin maddeden asla ayrılmayacağını ve hatta bunun söz konusu bile olmayacağını daha önce belirtmiştik. Oysa burada suyun ve katı maddenin bilinen enerjilerine, kendilerinde evvelce tanımadığımız üçüncü bir enerjinin karıştığını görüyoruz. “Bu nereden çıktı?” derseniz; biz böyle maksatlı bir hareketi hiçbir maddede görmüyoruz. Hayli ucuz bir açıklama yolu olarak; insan elinden çıkmış olanları, beyin cevherlerine, sinir sisteminin keşfedilmemiş işlevlerine bağlayalım. Fakat insan elinden çıkmamış doğanın bu tür maksatlı başka sonsuz olaylarını hangi maddenin sırtına yükleyeceğiz? Doğanın da bir beyni, bir sinir sistemi mi var? Öyleyse, önce bunun anatomisini ve fizyolojisini yazmak gerekir.

  Bununla birlikte, örneğimizdeki suyun akışını maksatlı olarak değiştiren bir etmen, maddelerce yüklenmiş bir şey de değildir. O, ancak bir amaç uğrunda maddesel enerjiye yön veren bir etmendir. Bunun harekete geçirici gücü maddenin ne içindedir, ne de dışında. Ayrıca, ona bir mekân belirlemeye de olanak yoktur. Bu şuurlu etmenin maddeden ayrı bir varlık olduğunu şundan da anlıyoruz ki, olaylarda bir tezâhür görülmediği anda da maddeler değerlerinden hiçbir şey yitirmiyor. Örneğin, yukarıdaki örnekte arâzi koşullarına bağlı olarak, herhangi bir nedenle suyun yönünü değiştirmesiyle, bir tarlayı sulamak için onu başka yere akıtmak aynı değerde fiziksel bir olgudur. Bununla beraber, ikincisine başka bir etmen karışmıştır ki, bu da amaç ve bilgi uygulamasıdır..

  Burada ayrıca önemli bir nokta daha vardır ki; o da, bu amacın bir tesirlilikle beraber yürümesi. O halde, tüm bu olup bitenlerde doğrudan doğruya göremediğimiz bir etmen bulunuyor ki, biz onu ancak maddeler üzerinde amaçlı bir tesirlilik şeklinde tezahürleri ile tanıyabiliyoruz. Şimi âlimleri fizikoşimik maddelerin ne basit, ne de bileşik hallerinin hiç birisinde böyle amaçlı bir tesirlilik tezâhürünün bulanabileceğinden söz etmiyorlar.

  Amaçlı tesirlilik atâletin zıddıdır ve bu; maddenin âtıl durumu ile bağdaştırılamaz, açıklanamaz. Amaçlı tesirlilik, hareketlere ebediyet kadar çeşitli şekiller verebilir. Oysa, âtıl olan maddesel enerji, maddenin oluş durumuyla değişmeden sürüp gider. O halde, bu maddesel enerjiye karışan amaçlı tesirlilik etmenini dışsal ve geçici bir şey olarak ele almak gerekir.

  Burada bir önemli konuya daha değinmek zorundayız: Acaba evrende amaçlı tesirliliği bünyesinde taşımayan maddesel tezâhürler varmıdır? Hayır, yoktur. Zâten eğer maddesel evrenin olaylarında amaçlı tesirliliklerin rolü olmasaydı, bu olayların anlamı kalmazdı(6) ve evrende düzenden söz edilemezdi. Oysa, bu amaçlı tesirlilikler; maddeden maddeye, bir olaydan başka bir olaya atlayarak binbir tür düzenlemeler içinde âtıl maddesel enerjilere, evrenin düzenine göre yön vermektedir. Bu arada, akla hemen şu itiraz gelebilir: Mâdem ki amaçsız maddesel tezâhür yok, o halde amacı maddesel tezâhürlerden ayırmak ya da ayrı düşünmek yerinde olmaz ve yukarıdaki irdeleme ve düşünceler de bu bakımdan kendiliğinden çürümüş olur.

  İlk bakışta bu düşünce doğru gibi görülebilir. Fakat gerçekte böyle değildir. Dikkat edilirse, olaylardaki amaçların sık sık değiştiği görülür. Aynı hareketler üzerinde sayısız değişmeler gösteren bu amaçlı tezâhürleri maddenin değişmeyen hareketleriyle karıştırmamak gerekir. Belirli bir yöne / hedefe doğru fırlattığım bir taş parçasının elimden aldığı kuvvetle olan hareketi başka bir şeydir, o hedefe gitmek için olan hareketi başka şeydir. Bunlardan birincisi fizikoşimik bir olaydır, ikincisi ruhsal bir tezâhürdür. Bu taş bir cam kırabilir, bir kediyi kurtarabilir, bir çukuru doldurabilir vb. vb. Fakat tüm bu sayısız amaçlı değişmelere araç olan taşın hareketi her zaman aynı ve âtıl madde hareketidir.

  Evrenin yaradılışı, aklımızın almadığı yüksek amaçlara yöneliktir. Tüm maddesel varlıkların nedeni bu olduğuna göre, maddesel olayların bu amaçlar yönünde ve yolunda araç olarak kullanılacağı ve hiçbir maddesel enerjinin, bunu sağlayan yüksek etmenlerin tesirliliğinden kurtulamayacağı doğaldır. Maddenin hareketi kör bir enerji şeklinde ortaya çıkar. Bunda kendiliğinden bir amaç aramak abestir. Çünkü bu hareketin ortaya çıkışı şu ya da bu amaç için olmayıp, maddenin bir oluş zorunluluğudur. Bu hareketin herhangi bir amaç uğrunda kullanılması, ancak başka bir etmenin tesirliliğiyle ilgili bir keyfiyet olur ki, bu da amaçlı tesirliğinin maddesel enerjiye karışmasıdır.

  Özetle, atâletle vasıflanmış olan evrenin hiçbir maddesinden kendi kendine amaçlı bir hareket beklenemez. Bunlar âtıldırlar, “kördürler” ve eğer evren bunlardan ibâret olsaydı, bir karmaşa içinde çoktan yıkılıp giderdi. Fakat her maddenin oluşu, her olayın ortaya çıkışı Mutlak Varlık’ın Yasaları altında cereyan eder. Bu arada, ruhlar da sayısını bilmediğimiz başka varlıklar gibi tekâmül derecelerine göre bu yasaları uygulamak konusundaki tesirlerini maddesel evrende gösterirler. İşte bu noktadan başlayarak, Mutlak Varlık ve ruh hakkındaki “yüksek” duygularımız tüm maddesel fikirlerden yalıtılmış bir durumda içimizde yavaş yavaş doğmaya başlar. Kendimizi yoklayalım; eğer böyle bir duygunun nüvesini henüz varlığımızda bulamıyorsak, doğa bilimleri ve özellikle de insan bilgisi yollarında kat etmemiz gereken daha çok uzun uzaklıklar var demektir.

(1) Bunu nasıl yaptığına, madde konusunda değinilmişti. Bkz. Cilt I, sayfa 29 ve devamı.

(2) Başta Bedri Ruhselman’ın bu eseri olmak üzere, öteki eserlerinin de en önemli bilgi kaynaklarından biri olan “bedensiz” varlık için Bedri Ruhselman’ın kullandığı takma addır, “Üstad”…(S.G.)

(3) Madde konusu ile ilgili bölümlere bakınız.

(4) Beden konusu ile ilgili bölümlere bakınız.

(5) Tekâmül konusu ile ilgili bölümlere bakınız.

(6) Kitabımızın “tesadüf” kavramıyla ilgili bölümüne bakınız.     

 Yayın Tarihi:06 Şubat 2016 

Yayına Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER

 

© Astroset 2003-2016