Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

 

RUH ve BEDEN

Dr. Bedri RUHSELMAN’ýn RUH ve KÂÝNAT adlý eserinin 1. Cilt, sayfa 105 ve devamýndan güncel Türkçe’ye uyarlayan Selman GERÇEKSEVER

Ruhun Vücut Üzerindeki Fizikokimyasal Tesirleri

  Ruhun, maddesel olmayan bir varlýk olduðunu ve bu varlýðýn ancak maddeler üzerinde gösterdiði tezâhürlerle kendini bize tanýttýðýný daha önceki kýsýmlarda belirtmiþtik. Þimdi bu tezâhürlerin neler olduðuna bakalým: Ruh, imajinasyon yoluyla sanki bir heykeltýraþ gibi maddeler üzerinde çalýþarak onlarý istediði þekle sokar. Onun bu egemenliði tamamiyle dünyaya “inmezden” önceki bazý özel koþullar altýnda ve birazda dünyaya “indikten” sonraki tesirliliði ile olur. Ruhun kozmik maddeler üzerinde ne þekilde ve nasýl etkili olduðunu incelemek kudretinde deðiliz. Hattâ onun dünyadaki tezahürlerinden bile tam olarak haberimiz yok.

  Vücudumuzda olup biten þuurlu / amaçlý hareketlerin haddi ve hesabý yoktur. vücudumuzun morfolojik ve fizyolojik durumunda ve yabancý etkilere karþý verdiði tepkilerinde öyle yüksek ve koruyucu amaçlar vardýr ki, biz ne bu amaçlarý ne de bu amaçlar uðrunda ortaya çýkan ince otomatizmalarý henüz anlayamýyoruz bile… Birkaç örnek verelim:

  Dikkat edilirse, organlarýn yapýsal durumlarý normalde; ne fazla ne de eksik olarak yaþam koþullarýna göre ayarlanmýþtýr. Yalnýz ot ya da etle ya da hem ot, hem de etle beslenen hayvanlarýn diþleri onlarýn besinlerini alabilmelerine en elveriþli bir þekilde düzenlenmiþtir: Otla beslenen hayvanlarýn diþleri daha çok kesici ve öðütücü durumdadýr. Oysa etle beslenen hayvanlarýnki delici ve koparýcý þekilde geliþmiþtir.

  Baðýrsaklar da böyledir: Yediði otu ve bitki liflerini hazmetmek için uzun bir boruya gereksinimi olan ot oburlarda baðýrsaklar, buna o kadar gereksinimi olmayan et oburlarýnkine oranla çok uzundur.

  Ýnsanlarda mide kenarlarýnýn basýncý o kadar fazla deðildir; diþlerin, besini gerektiði kadar ezebilecek durumda olmasý, midenin bu bakýmdan yükünü hafifletmektedir. Oysa, örneðin, kuþ gibi, diþleri olmayan ve tohum / tahýl benzeri sert þeyleri yutan hayvanlarda mide kenarlarýnýn basýncý hayret edilecek derecede þiddetlidir. Bunlarýn midelerine ancak 40 kg’lýk bir basýnçla ezilebilecek mâdenî tüpler sokulduðu zaman, mide kenarlarýnýn basýncý altýnda bu tüplerin yamyassý olduklarý görülmüþtür.

  Dilin ön ve arka tarafýndaki tad alma duygularýnýn topografisinde bile koruyucu bir amaç göze çarpar: Dilin uç tarafý acý, arka tarafý da tatlý þeyleri duyar. Zararlý yemeklerin bir kýsmýnýn acý / acýmýþ olduðunu biliriz. Acýlýk duygusunun ön tarafa konmasýnda, zararlý bir maddenin boðaza doðru gitmeden önce algýlanýp, aðýzdan atýlmasýný saðlayýcý bir amaç görülmüyor mu? Atlarýn otlamalarýna dikkat etmiþseniz, buna benzer bir durumu onlarda da görürsünüz: At, otu diþleriyle koparmazdan önce, diþleri kapalý olduðu halde dudaklarýný yayarak otlarýn üzerine yapýþtýrýr ve ancak bu kontrolü yaptýktan sonra otlar. Þu halde bizim dudaklarýmýzýn iç zarýnda bulunmayan ve gýdalarýn içeriðini anlamaya yarayan bir duygu bu hayvanlarýn dudaklarýnda bulunmaktadýr. Bu ne için onlarda var da bizlerde yok? Bunun yanýtýný vermek hiç de zor deðil, ruhçuluk bilgisiyle…

  Daha fazla koku alma, görme ya da dokunma gibi duygularýn yardýmýyla yaþamak zorunda olan çeþitli hayvanlarda bu duygular baþka varlýklardakine oranla daha geliþmiþ bir durumdadýr. Örneðin, farelerin kulaklarýndaki duyarlýlýk inanýlmayacak kadar fazladýr. Bu hayvanýn 280 metrekarelik kapalý ve sessiz bir yerde, bize göre hiçbir ses oluþturmayan bir baþ çevirme hareketiyle oluþan eklem sürtünmelerinden çýkan sesi 6 metrelik bir uzaklýktan iþittiðini yeniden yeniden yaptýðým denemelerde gördüm. Farede koku alma duyusunun da ne kadar geliþmiþ olduðunu herkes bilir. Böylece yaþamda canlý kalmak için, gerektiðinde canýný kurtarmak için; bir kedinin ayak seslerini iþitmek ve bir sokak ötedeki kaþar peynirinin kokusunu duymak zorunda olan bu hayvancaðýzýn duyu organlarýndaki geliþmiþlik derecesi onun yaþamsal zorunluluklarý ile ayarlanmýþ bulunmaktadýr. Bu, amaçlý bir oluþ deðil midir? Kartallarýn ve onlara benzer uçan canavarlarýn iki bin metreden daha uzaklardaki ufacýk kuþlarý gördüklerini biliriz. Böyle bir melekeye onlarýn çok gereksinimi vardýr, deðil mi?

  Organlarla ilgili uyum konusu boþ ve anlamsýz deðildir. Bunlarýn her birinde birer yaþamsal iþlev ve amaç gizlenmiþtir. Herhangi bir varlýðýn çevresi ile olan iliþkileriyle ilgili koþullarda deðiþiklik ortaya çýkýnca, yeni koþullara uygun bir takým morfolojik oluþumun o varlýkta belirmeye baþladýðýný görüyoruz. Bu durumun en iyi örneðini yeni doðan bebekler verir. Anne rahmindeki bir bebeðin dýþarýdan oksijen olarak kanýný temizlemeye gereksinimi yoktur. Çünkü o yavru saprofit olarak annesinin kaný ile beslenir. Bu nedenle ana rahmindeki bebeðin kan dolaþýmý oluþumu baþkadýr. Dünyadakilerde sað ve sol kalbin birbiriyle baðlantýsý olmadýðý halde; bunlarda, bu iki kalp kýsmý birbirine açýlmaktadýr. Demek ki, bunlarýn sað kalplerindeki kanlar doðrudan doðruya sol kalplerine geçer. Oysa, bebekler doðar doðmaz iþ deðiþir: Artýk o, kendi kanýný ciðerleri aracýlýðýyla kendisi temizleyecektir. Bunun için de ciðerlerini çalýþtýrmasý gerekir. Onun sað kalp kaný, önce olduðu gibi ciðerlere uðramadýktan sonra sol kalbe girmez. Böyle olmasaydý, bebek yaþamazdý. Bu gereksinimi karþýlamak için ana rahmindeyken, açýk bulunan iki kalp arasýndaki delikler doðumda kapanýr.

  Bazý hastalýklar vardýr ki, bunlarýn doðurduðu engeller yüzünden vücutta, doðal sirkülasyon yollarýnda bazý bozukluklar ortaya çýkar ve kan doðal yollarda dolaþamaz. Böyle bir engel yaþamý ciddi bir tehlikeye sokar. Fakat organ buna karþý derhal etkinleþerek doðal halde olmayan bir takým kan damarlarýný oluþturur / geliþtirir ve kaný bu þekilde öteki dolaþtýrýcý yollardan yönlendirerek kendisini yaþatmaya çalýþýr.

  Eðer sinirlerden birisi herhangi bir yerinden kesilip ufak bir parçasý alýnýrsa, bir süre sonra kesilen uçlarýn tekrar büyüyerek vücudun anatomisinin karmakarýþýk unsurlarý arasýndan yürüyüp, birbirini bulduklarý ve birleþerek yeniden vazifeye baþladýklarý görülür.

  Aðýzda çeþitli tükürük bezleri vardýr. Bunlarýn her birinden ayrý ayrý besin maddelerinin hazmýna yarayacak özel tükürük salgýlanýr. Her besin maddesine göre bu bezlerden birinin ya da ötekinin fazla çalýþmasý bir araþtýrmacý yazarýn belirttiði gibi, “Sanki aðzýn akýþkan zarýnda bir anlayýþ varmýþ..” fikrini insana verdirecek kadar þuurlu bir harekettir. Örneðin, aðza alýnan bir madde çok kuru ve tadsýz / tuzsuz bir þey ise (kil gibi), bu maddeyi eritmek ve sulandýrmak için, sulu bir tükürük gerekir. Böyle bir durum ortaya çýktýðýnda, gerçekten en sulu tükürüðü salgýlayan kulakaltý bezi derhal çalýþmaya baþlar.

  Bunun içindir ki, aldýðý besinleri çiðnemek ve sulandýrmak ihtiyacýnda bulunmayan balýk ve kuþ gibi hayvanlarýn kulak altý bezleri yoktur. Öncekinin tersine olarak lokma parçalarýnýn birbirine yapýþmasý ve kaypak bir duruma gelmesi gereken et gibi bir madde aðza alýnýrsa, o zaman öteki tükürük bezleri etkinleþir ki, bunlar da yapýþkan ve kaypak bir sývý salgýlayan dil ve çene altý bezleridir. Bu konuda Prof. Pawlow üç tür tükürük bezinin aðzýna ayrý ayrý tüpler takarak, bu bezlerden ayrý ayrý sývýlar almayý baþarmýþtýr. Bu þekilde hazýrlanmýþ olan köpeklere uzaktan besinler gösterilince, farklý tükürük bezlerinden salgýlar gelmeye baþlar. Fakat asýl dikkate deðer durum þudur ki, köpeðe gösterilen besinlerin türlerine göre; bazý bezlerden, ötekine göre daha az ya da çok salgý gelir. Örneðin, hayvana biraz et parçasý gösterildiðinde, çene altý tükürük bezinden daha fazla salgý geldiði ve kulak altý bezinden hiç salgý gelmediði; oysa ayný köpeðe ekmek parçasý gösterildiðinde, tersi olarak; çene altý bezinden bir salgý gelmeyip, kulak altý bezinden bol salgý geldiði görülmüþtür.

  Buna benzer durumlarý birçoðumuz, çoðunlukla da hiç dikkat etmeden deneyimlemiþizdir. Önümüzde sýkýlan bir limonu görmek ve hattâ anýmsamak bile aðzýmýzý sulandýrýverir. Limon görme durumunda, en çok dil altý bezi salgýda bulunur. Neden? Belki birden bire bunu bulamayýz ama organlarýn her hareketinde, var olan amaçlý bir iþ görünümünden, bu olayýn dýþarýda kalmayacaðýný biliriz. Biliriz ki, organlarda bir alkali – asit dengesi vardýr. Bu denge birçok yaþamsal iþlerde önem kazanýr. Bu durumda, aðýzda fazla asit bulunmasý buradaki hazým iþlemini olumsuz etkiler. Bundan dolayý organizma aðzýn bu ortamýný yaþamsal bakýmdan düzeltmek zorundadýr. Bunun için aðzý sulandýrmaya baþlar. Fakat durumun asýl dikkate deðer yaný þudur ki, aðzýn öteki bezleri arasýnda en etkili sývýyý salgýlayan bez, dilin altýndakilerdir. Ýþte bu durumda dil altý bezi çalýþmaya baþlar. O kadar ki, o ekþi besin aðýza alýnmadan, onu deðiþime uðratacak sývýyý aðýz bu þekilde önceden hazýrlamýþ olur.

  Aðýz sývýsýnda olduðu gibi, mide sývýsýnda da benzer uyumlu etkinlikler vardýr: Örneðin, iyi bir hazým için mide ortamýnýn ekþi(asidik) olmasý gerekir. Bu nedenle mide sývýsý ekþidir.  Bu ekþilik litre baþýna 1-7 gr. arasýnda deðiþir. Bu derecenin ne aþaðýdan ne de yukarýdan bu sýnýrlarý aþmasý gerekir. Ýþte burada da amaçlý bir düzenin var olduðunu görürüz.

  Vücudumuzda her iþ (normalde) mutlaka bir amaca yönelik olarak yapýlýr. Bunlarýn hiçbirinden haberimiz olmaz. Kýrmýzý kan hücreleri hipotonik (1) bir çözeltinin içine býrakýlýrsa, bu çözelti önce bu hücreleri þiþirir, sonra da içlerindeki homoglobin maddesinin hücreyi patlatýp dýþarý çýkmasýna neden olur. Bu þekilde hücre parçalanmýþ olur. Demek ki vücutta bu maddelerin harabolmamasý için, fizikokimyasal bakýmdan belirli koþullarý içeren bir çözeltide (izotonik) korunmalarý gerekir. Ýþte kan, bu koþullara sâhiptir ve vücut,  kaný bu koþullarda tutmaya gayret gösterir. Oysa yaþamsal bir takým baþka zorunluluklar yüzünden bedene sürekli olarak su girer ve çýkar. Yani kan sývýsýnýn bu çözelti (izotonik) özellikleri sürekli deðiþme durumuyla karþý karþýyadýr. Eðer bu oluþa engel olacak düzenleyici otomatizmalar araya girmemiþ olsaydý, kan sývýsý içinde yüzen ve yaþamsal önemi hâiz kýrmýzý kan hücreleri birkaç saat içinde parçalanýp gider ve organizmanýn canlýlýðý ortadan kalkardý.

  Oysa, görüldüðü gibi; iþ böyle olmuyor; biz kan sývýsýnýn izotonik durumunu bozmak için, dýþarýdan damara ne kadar bozucu (anizotonik) sývýlar enjekte etsek de, bu iþte aslâ baþarýlý olamayýz. Yani kan sývýsýnýn gerekli olan izotonik niteliklerini bozamayýz. Örneðin kana, su oraný fazla bir eriyik enjekte etsek, kanýn sulanma tehlikesini gören vücut derhal bu duruma karþý harekete geçer ve kaný “koyulaþtýrmaya” çalýþýr. Bunun için, vücudun deðiþik yerlerinden tuzlar kana çekilir, bir kýsmý suyu dýþarý atar. Eðer kana su oraný düþük koyu bir eriyik verilirse, bu kez de, öncekinin tersine olarak, su sarfiyatý azaltýlýr, susuzluk duygusunu doðurarak dýþarýdan vücuda su alýnmasý saðlanýr ve kan böyle bir otomatizma ile sulandýrýlmýþ olur.

  Solunuma yarayan ve vücudun oksijen gereksinimi saðlayan madde homoglobindir. O halde bu madde yaþamýn en gerekli elemanýdýr. Bununla beraber homoglobinin vücutta, kanda serbestçe dolaþmasý çok zararlýdýr çünkü kanýn fizikokimyasal koþullarýný bozarak vücuda zehir gibi tesir eder. Yaþam için çok gerekli olan bu maddeyi, vücuda hiç zarar vermeden kanda saklamanýn çaresi þöyle bulunmuþtur: Az yukarýda deðindiðimiz kýrmýzý kan hücreleri bunun için vardýr. Bu hücreler homoglobine sanki bir “kutu” vazifesi görürler. Homoglobin, bu hücrelerin içinde kapalý bir halde bulunarak vücuda zarar vermeden görevini yerine getirirler.

  Bazý durumlarda, örneðin; fazlaca beden hareketleri (egzersizler) yapýldýðýnda, vücudun oksijen gereksinimi artar. Oysa vücudun oksijenden yararlanmasýný saðlayan araç homoglobin maddesidir. Bu durumlarda bu maddenin vücutta yeterince çoðalmasý gerekir. Fakat kanda bu maddeyi serbestçe dolaþtýrmaya izin vermeyen sistem, ayný zamanda onlarýn “saklama kabý” olan kýrmýzý hücrelerini(eritrosit) de fazlaca üretmeye baþlar. Vücut oksijen gereksinimini karþýladýktan sonra, homoglobin ve kýrmýzý hücreler normale dönerek yeniden beraberce azalýrlar.

  Týp bilimine göre dalak organýmýz kýrmýzý kan hücrelerinin mezarýdýr, onlar burada harâbolurlar. Buna karþýlýk kemik iliði de onlarýn yerine yenilerini üreterek kana gönderir. Eðer beklenmedik bir zamanda vücutta bir oksijen yetersizliði baþ gösterirse, örneðin; bir karbondioksit zehirlenmesi, atmosfer basýncýnýn azalmasý ya da asfeksi (2) gibi bir durumun ortaya çýkmasý, hatta vücudun birden bire önemli miktarda kan yitirmesi durumlarýndan birisi oluþursa, vücut derhal buna karþý yaþamsal önlemleri almak için etkin duruma geçer. Þöyle ki; önce, kemik iliði normal kudretinden daha fazla çalýþarak kana fazla kýrmýzý kan hücresini göndermeye baþlar. Hattâ onun bu çalýþmasý olayýn düzelmesine yeterli gelmezse, kemik iliði normalden fazla ve hýzlý çalýþmaya baþlar; yani, hücrelerin olgunlaþmasýný beklemeden, kana hýzla olgunlaþmamýþ genç hücreleri gönderir. Burada, “Ne olursa olsun…” deyip; en son hýzla, bir felâkete karþý koymak isteyenleri telaþlý durumu vardýr sanki... Fakat iþ bununla da kalmaz, organizma bir yandan bu iþi yaparken, bir yandan da, kana gönderilen hücrelerin korunmasýna çalýþýr. Bu nedenle dalak, hücreleri tahrip etmek etkinliðine geçici olarak ara verir. Bu arada kendisinde depolanmýþ olarak ya da tahrip edilmek üzere saklý bulunan öteki hücreleri de dýþarý, kan yollarýna býrakarak facianýn önünü almaya çalýþýr. Eðer olumsuz durum çok daha büyük ise, tüm bu etkinlikler de yetersiz kalýrsa, ne olur bilir misiniz? Normal zamanlarda kýrmýzý hücrelerin öldürülme yeri olan dalak, görevini deðiþtirir ve onlarý tahribedeceði yerde, yeniden imal etmeye ve böylece kemik iliði gibi onunla ayný yönde çalýþmaya baþlar.

  Miyokart infarktusu, bir kýsým kalp kasýnýn ölümüyle baðlantýlý bir rahatsýzlýktýr. Bu rahatsýzlýkta kalp, olabildiðince az çalýþmalýdýr. Esâsen bu rahatsýzlýðýn tedavisinde izlenen yol da budur. Fakat beden organizmasý bunu daha güvenli ve garantili yollarda saðlamaya çalýþýr: Bu rahatsýzlýkta damarlar geniþler, kan basýncý düþer ve bu yüzden kalbin yükü azalýr, az çalýþmaya baþlar. Fakat týbbýn yeni (1940’lý) öðrendiði bu mekanizmayý onbinlerce yýl önce câhil bir vahþi bedeni biliyordu…

 Tüm buraya dek anlattýklarýmýza ek olarak, beden organizmasýnýn dýþ etmenlere karþý kendini koruma amacýna yönelik, aktardýklarýmýzdan daha “ince” iþlevleri de vardýr: Trigeminus siniri(3) soluk alma refleksini uyandýrarak, nefes alýp vermeyi hýzlandýran bir sinirdir. Fakat garip ve ilginç olan þudur ki, ayný sinirin burun içini döþeyen kýsýmlarý, öncekinin tersine olarak, solunum iþini yavaþlatýcý etkiye de sâhiptir. Acaba bunun nedeni nedir? Bu, ayný sinirin; farklý yerlerde, birbirine ait iþler görmesinin son derece deðerli, önemli ve yaþamsal bir nedeni vardýr, bakýn nasýl: Bu sinirin solunum merkezi üzerine olan durdurucu etkisi ile, buruna kaçan zararlý bir gaz ya da madde karþýsýnda, isteðin dýþýnda olarak birdenbire nefes durur ve bu sâyede zararlý gazýn / maddenin ciðerlere gitmesi tehlikesinin ilk hamlede önüne geçilmiþ olur. Örneðin, bir tavþanýn burnuna su damlatýlýrsa, hayvanýn nefesi âniden 10-20 saniye kadar durur. Benzer þekilde bir ata kloroform koklatýlsa, hayvanýn nefesi âniden durur. Þimdi, eðer bu sinir, bedenin baþka yerlerinde olduðu gibi, burunda da solunum iþini hýzlandýrmýþ olsaydý; o zararlý maddeler karþýsýnda nefes duracaðý yerde, hýzlanýr ve tehlikeyi daha da arttýrýrdý. Görülüyor ki, ayný bir sinirin yaþamsal bir niteliði, vücudun gereksinimine göre deðiþebilmektedir. Bu tür olaylar bize, insanýn organlarý için deðil; organlarýn insan için var olduðunu gösterir.

  Bazen de zararlý bir maddeye karþý çeþitli bakýmlardan organizmanýn düzenli ve sanki birbirini destekleyici tepkileri vardýr. Böyle karmaþýk / zor savunma sistemi organizmada çoktur. Bu durum, tehlikeli bir düþmana karþý farklý kuvvetlerini seferber eden bir toplumun tavrýna benzer. Bunlara bir örnek verelim: Organizma içi her þeyde olduðu gibi, karbondioksit gazýnýn da fazlasý zararlýdýr ve bunun zararlý miktarý organizmadan atýlacaktýr. Bunun için de en iyi atýlma yolu akciðerlerdir. Fakat bu atma iþleminin en iyi bir þekilde yapýlmasýný sanki organizma düþünmüþ ve gerçekleþtirmiþtir. Karbon asidinin ciðerler yoluyla en iyi bir þekilde atýlabilmesi için þu üç mekanizmanýn birlikte çalýþmalarý gerekir: a) Karbondioksitli kanýn ciðerlere olabildiðince fazla miktarda gelmesi, b) Kanýn bu maddeden olabildiðince iyi bir þekilde kurtulabilmesi için ciðerlerde uzunca bir süre durmasý, c) Karbondioksidi atýp, yerine oksijeni fazlaca alabilmesi için dýþarýdan ciðerlere bol miktarda havanýn girip çýkmasý, yani vantilasyonun artmasý

  Ýþte büyük bir yaþamsal amaç için çalýþan bu þuurlu etmenin yani ruhun, bu otomatik iþleyiþi, çeþitli yollardan saðladýðýný görüyoruz. Þöyle ki, organizma içinde karbondioksit çoðalýnca hidrojen konsantrasyonu artar, oysa hidrojen iyonu solunum merkezini uyarýr ve bu durum derin derin solumaya ve ciðerlere fazla havanýn girmesine neden olur. Az önce belirttiðimiz “c” otomatizmasý bu þekilde devreye girer “b” otomatizmasýna gelince; karbondioksit gazýnýn kalbi yavaþlatýcý etkisi vardýr. Yani bu gaz bir yandan; solunum merkezini uyarýrken, öte yandan kalp merkezini uyuþturur ve bu þekilde kalp yavaþlar. Kalp yavaþlayýnca kanýn akýþý da yavaþlar ve bunun sonucunda kan ciðerlerde uzunca süre kalýr. Yukarýda deðindiðimiz “a” otomatizmasý da þöylece oluþur ve iþler: Karbondioksit gazýnýn etkisi altýnda, damarlar geniþler ve özellikle ciðerlerdeki damarlarýn geniþlemesi ciðerlerde fazla miktarda kanýn toplanmasýna neden olur. Görülüyor ki, burada da çeþitli fizikokimyasal etmenler belirli ve yaþamsal bir amaçla ayarlanmýþ durumdadýr.

  Buna yakýn baþka bir düzgün savunma düzeni de dýþarýdaki ýsý farklarý karþýsýnda kalan organizmanýn tepkilerinde görüyoruz: Hava soðudu, üþümeye baþladýnýz ne yaparsýnýz? Ýlk iþ olarak sýcak bir yer arasýnýz. Bunu bulamazsanýz, vücudunuzu bir takým eþyaya sarara soðuktan gizlemeye çalýþýrsýnýz. Bu arada, þunu hiç unutmamak gerekir ki, eðer bedenimizin korumasý sâdece bizim bu irâdî çabamýza kalsaydý, dünyaya çoktan vedâ etmiþ olurduk. Nasýl ki soðuðun öldürücü etkisine karþý yukarýda belirttiðimiz önlem ve benzerleri asla yetmez. Bu iþte de yarým yamalak bildiðimiz ya da hiç sezemediðimiz birçok iç otomatizma devreye girer. Böylece kusursuz bir savunma oluþur.

  Soðuk bir ortamda kaldýðýmýz zaman, önce içimizde; yürümek, hareketlenmek, ellerimizi birbirine sürtmek, hatta tepinmek vb. yarý ihtiyari bir istek belirir. Bunun anlamý þudur: Bu hareketler sâyesinde iþleyen kaslarýmýz bedenimizdeki yanýcý maddeleri fazlaca yakmaya baþlar ve bundan da hareket ortaya çýkar. Bu hareketlerle soðuða karþý kendimizi korumaya çalýþýrýz fakat belirttiðimiz gibi çoðumuzun bilmediði bir yarý irâdi otomatizma bizi soðuktan korumaya yetmez. Bunun yaný sýra ayný amacý daha etkili bir þekilde gerçekleþtiren ve tamamen istek dýþý bulunan baþka bir olay cereyan eder ki; o da, her yanýmýzýn titremeye baþlamasýdýr. Bu titremeden de amaç, yukarýdakinin aynýdýr. Fakat yaþam bakýmýndan gerekli olan belirli sýnýrlardaki ýsý derecelerinin korunmasý için organizama, yukarýda belirttiklerinden daha karmaþýk önlemlere sahiptir. Soðukta kaldýðýmýz zaman, cildimizdeki kýl damarlarý hemen büzülür. Bu þekilde ayný zamanda iki savunma önlemi birden devreye girer: Bunlardan birincisi, kan kütlesinin olabildiðince soðuk ile , yani çevre ile iliþkisini azaltmak ve bu þekilde onu soðuktan korumaktýr. Çünkü ciltteki kýl damarlarý büzülünce, kan cilt yüzeyinden uzaklaþýr, içerilere doðru çekilir. Ýkincisi de, damarlar büzülünce alttaki ter guddelerine (bezlerine) az kan gideceðinden, her zaman vardýr ama terlemede geçici olarak durur ki, bunun da yararý þudur: Önce sýcak olan ter ile vücut, sýcaklýðýnýn bir kýsmýnýn dýþarý kaçmasýna engel olur, ikinci olarak da, ter kururken çevresindeki sýcaklýðý da alýp götüreceðinden, buna karþý gelinerek cild yüzeyinin iyice soðumasýnýn önüne geçilmiþ olur. Fakat vücut soðumasýnýn ne kadar tehlikeli olduðunu iyi bilen þuurlu varlýk, tüm bu önlemleri de yeterli görmez ve bu tehlikeli etmene karþý daha etkili çârelere baþvurur.

  Bu çârelerden birisi þudur: Yandýðý zaman fazla ýsý yayan ve ayný zamanda vücudun kömürü durumunda olan þeker ve yað maddeleri vardýr. Ýþte organizma bunlarý yakýp, ýsýlarýndan yararlanmaya baþlar. Bundan dolayý soðukta insanýn yaðlý ve þekerli gýdalara gereksinimi artar. Gerçi bu türden maddeler organizmada esasen depo edilmiþ olarak bulunsa da, organizma bunlara hemen dokunmak istemez. Ýhtiyat malzemesini sürekli elde hazýr bulundurmak basiretini gösteren organizma, ilk gereksinim karþýsýnda elini hemen depoya uzatmaz. Gereksinimini önce dýþarýdan karþýlamaya çalýþýr. Ancak, dýþarýdan bulamadýðý takdirde kendisinden kullanmaya baþlar. Ýþte bu þeklide yaðlarýn ve þekerlerin bolca miktarda yanmasý sanki bir kalorifer görevi görür.

  Çok sýcak bir ortamda / mekânda kalýnca, ayný etkinliðin tersine olarak ortaya çýktýðýný görürüz. Burada organizma, öncekinin tersine olarak tüm karakterleri en az düzeye indirir; derideki kýl damarlarýný açarak oraya bolca kan gönderir, terlemeyi kolaylaþtýrýr ve sonunda “kalorifer ocaðý” ný iyice küller, vücutta yanma azalýr.

   Biraz da organizmanýn kimya laboratuarýna girelim; vücuttaki kimyasal etkinliðin incelikleri en yetenekli kimyacýlara taþ çýkartacak niteliktedir. Vücutta bazý kimyasal maddeler vardýr ki, bunlar vücudun biyokimya süreçlerinde asitlendirici ya da indirgen rolü oynarlar. Dahasý, gerektiðinde kullanýlmak üzere, vücutta demirbaþ eþya gibi saklý tutulurlar. Örneðin, bunlardan birisi sistinsistein sistemidir. Biliyoruz ki vücutta amino asitleri arasýnda sistein de vardýr. Bu asidin vücutta doðrudan yararý yoktur. Fakat onun önemli bir katalizör rolü vardýr: Ýki adet sistein maddesi yan yana gelince, birleþerek hidrojenleri baþka bir maddeye verirler. Bu þekilde birleþen iki sistein maddesi bir sistin maddesine dönüþür.

  Benzer þekilde, bu sistin de gerektiðinde yine iki sisteine ayrýlarak önce býrakmýþ olduklarý hidrojenlerini baþka maddelerden geriye alýrlar. Ýþte organizma bu otomatik iþleyiþten yararlanýr ve biyokimyasal süreçler için gereken hidrojen alýþveriþleri bu þekilde saðlanýr. Burada organizma için doðrudan gerekli olmayan iki maddenin, sýrf organizmanýn yaþamsal süreçleri için gerekli bulunan üçüncü bir maddeyi saklamak üzere organizma da mevcut bulunmalarý ayrýca dikkate deðer bir konudur.

  Gene böyle dikkate deðer olan bir otomatik iþleyiþ daha vardýr ki; gerek saf halde, gerek çeþitli bileþimler hâlinde bulunduklarýna göre organizmada ya hiçbir tesir göstermezler ya da çeþitli þekilde biyolojik etkilere sâhip bulunurlar. Ýþte organizma kendi gereksinimine göre, bunlarý ya saf olarak ya da çeþitli bileþimlere sokarak kullanýr. Bu maddelerden birisi “kolin” dir. Kolin, kanda serbest ya da çeþitli bileþimler hâlinde bulunduðuna göre; rahim, baðýrsak ve kan basýncý üzerinde çok deðiþik þiddette etkide bulunur. Fakat ayný madde fostatitler ile birleþtiði zaman, organizmada hiçbir biyolojik etki oluþturmaz. Eðer organizma kolinin bu etkisine gerek görmüyorsa, organizma içinde; ne serbest duruma, ne de baþka bileþimler olarak bulunur, ama sâdece fosfatitlerle birleþik olarak bulunur. Bu durumda bu madde organizmada pasif bir depo maddesi olarak saklanýr. Organizma, kolinin biyolojik tesirine gerek görünce, gereksinimi oranýnda bu maddeyi fostatitlerden ayýrarak, çeþitli etki þiddetlerine sâhip bileþimler hâline sokup kullanmaya baþlar. Örneðin, saf kolin, baðýrsak hareketlerini arttýrmak için yaptýðý etki þiddetini 1 olarak kabul edersek, sirke asidi ile olan birleþik kolinin tesiri 100 olur. Ketopropiyon asidi ile birleþik olan kolinin tesiri ise 300 olur. Organizmanýn gereksinimine göre, bu maddenin büyük þiddet tesir farklarýna sâhip çeþitli bileþimlerinden birini görevlendirerek kullanmasý kör bir kuvvetin iþi olamaz.

  Fizyopatolojik araþtýrmalar organizmada gerçekleþen amaçlý mekanizmalarýn o kadar hayret verici inceliklerini ortaya koymuþtur ki, onlarýn açýklamalarýný yapacaðýz derken, daha karmaþýk baþka otomatizmalarla karþýlaþýlýyor ve iþin içinden çýkamaz bir duruma düþüyoruz… Bunlarla ilgili de birkaç örnek vereceðim: Böbreklerin iþlevleriyle ilgili konularda söz konusu incelikler çoktur. Böbrek iltihabý rahatsýzlýðýnýn ileri aþamalarýnda bu organdan suyun geçmesi çok zararlý ve tehlikelidir. Bu bilgi bizi, bu rahatsýzlýðýn tedavisinde hastayý aç ve susuz býrakmaya zorlar. Fakat bizim ancak son yüzyýllarda öðrendiðimiz bu gerçeði; muhakkak ki, organizma doðduðu andan baþlayarak biliyordu. Çünkü buna karþý gereken koruma önlemlerini daha o zamandan baþlayarak almýþ bulunuyordu. Bu önlem bazý otomatizmalar þeklinde kendini gösterir. Þöyle ki; bu rahatsýzlýkta kan basýncý yükselir, kan basýncýnýn yükselmesi, kýlcal damalarýn daralmasýyla ayný zamanda olur. Bunlar arasýnda özellikle idrarý süzen böbreðin kýlcal damarlarý da daralýr. Ýþte bu durum böbreðe az kan gelmesini ve bunun sonucu olarak da az idrarýn çýkmasýný, dolayýsýyla da böbreðin dinlenmesini beraberinde getirir.

  Beyindeki hipofiz bezinin, yaþamsal iþlevleri düzenleyici olarak çýkardýðý birçok hormon arasýnda bir de adiyüretin (3) denilen bir hormon vardýr. Bu hormon, gerektiðinde idrarýn azalmasýný ya da çoðalmasýný saðlar. Þöyle ki; böbrek kýl damarlarýndan süzülen su, bu organýn baþka kýsýmlarýndaki enbubeler (4) tarafýndan yeniden emilerek idrara dönüþmeden, beden tarafýndan geri alýnýr. Ýþte bu suyun emilemeyen, ancak pek küçük bir kýsmý (%9-1) idrar olarak dýþarý çýkar. Doðal halde durum böyledir. Oysa antidiüretik hormonu söz konusu enbubelerin suyu emme kabiliyetini arttýrýr. Þu halde, bu hormon kanda ne kadar fazla miktarda bulunursa, enbubeler böbreðin kýlcal damarlarýndan çýkmýþ olan suyu o kadar fazla miktarda emerler ve bu durum idrar olarak atýlacak suyun miktarýný o oranda azaltýr. Eðer bir insan çok fazla miktarda su alýrsa, organizma da “su zehirlenmesi” denilen, yaþamý tehlikeye koyucu bir durum ortaya çýkar.

  Ýþte bu çoðalan suyun organizmaya zarar vermemesi için, böbreklerden fazlaca miktarda çýkarak atýlmasý gerekir. Bu gereklilik karþýsýnda baþýn oldukça gizli bir yerinde saklanmýþ bulunan hipofiz bezi, öteki hormonlarýný kana göndermeyi sürdürdüðü halde, adiyüretin(3) hormonunu tutar ve kana göndermez ya da duruma göre pek az miktarda gönderir. Bundan mahrum kalan böbrek enbubeleri (4) kendisine gelen suyu fazla miktarda emip vücuda göndermez; böyle olunca da suyun önemli bir kýsmý idrar olarak dýþarý çýkar ve vücut fazla su yükünden kurtulur.

  Bunun tersine olarak; insan az su içmiþ olursa, vücuttaki suyun tasarruf edilmesi gerekir. Çünkü vücutta belirli miktarda suyun sürekli bulunmasý gerekir, susuz yaþam olmaz. O zamanda, hipofizde cereyan eden olaylarýn öncekinin tersine olduðunu görürüz: Bu bez, adiyüretin (3) hormonunun fazlaca salgýlayarak kana gönderir. Bu hormonun etkisiyle böbrekteki tubulus hücrelerinin (5) suyu emme kabiliyeti artar. Böylece, hücrelere girmiþ olan suyun, öncekine oranla daha büyük bir kýsmý geri alýnarak, yeniden vücuda sokulmuþ olur ve idrarýn miktarý azalmýþ olur.

  Vücutta geçen olaylarýn hepsinde yaþamsal ve koruyucu bir amaç vardýr. Bu olaylar sayýsýzdýr. Dar bir âdemci materyalist görüþ ile bu olup bitenlerde tezahür eden amacý yadsýmak belki kolay olur ve ilk hamlede tüm bu olup bitenlerin fizikokimyasal yasalar ile açýklanabileceðini sananlar bulunur fakat acele etmeden olaylarýn akýþýný ve özellikle de birbiriyle olan iliþkilerini adým adým izlemek gerek. Esasen dünyada, hele görünür âlemimizde hiçbir olayýn fizyokimyasal yasalar dýþýnda cereyan etmeyeceðini biliriz. Bunu yadsýmak, dünyada geçerli yasalarý ve gereklilikleri yadsýmak olur. Fakat burada da yine sebep ile sonucu birbirine karýþtýrmadan düþünmeliyiz. Bu arada þunu da hiç unutmamalýyýz ki, sürekli olarak âtýl hareketler hâlinde kendini gösteren fizikokimyasal vücudun her an deðiþen gereksinimlerine ölçülü tepkiler vermek kudreti beklenemez. Böyle bir þeyi düþünmek de dünyanýn dýþýndaki yasalarý ve gerekleri yadsýmak olur.

  Bu fikrimi bir örnekle açýklamaya çalýþayým: Bir þeker hastasýný ele alalým, bunun kanýnda fazla miktarda þeker vardýr. Acaba burada þeker neden kanda fazlalaþmýþtýr? Olayýn þekline bakarsak, þekerin kanda azaltmasýnýn gerekeceðine hükmetmemiz gerekir. Çünkü böyle hastalar sürekli idrarlarý ile vücutlarýndan þekeri dýþarý atmaktadýrlar. Acaba vücutta þeker çoðaldý için mi; yani vücutlarýna fazla geldiði için mi þekeri dýþarý atýyorlar? Hayýr. Tam tersine hastalarýn dýþarýdan þeker almadýðý bazý durumlarda bile vücut tüm þekerini dýþarý atýp bitirdikten baþka, öteki yapý maddelerinin bir kýsmýný da þekere çevirip dýþarý atar. Burada, þekerin idrarla dýþarý çýkmasý bir sonuçtur. Bu, hastalýðýn asýl kendisi deðildir. O halde, kanda þekerin çoðalmasý mý asýl hastalýktýr? Hayýr, bu da deðil. Peki, asýl hastalýk nedir ve kanda þeker miktarý neden çoðalmaktadýr?

  Biliriz ki, beden örgülerinin þekersiz yaþamasý olanaklý deðildir. Ayrýca bugün (1940’lýk yýllar) anlaþýlmýþtýr ki, þeker; önceleri sanýldýðý gibi, hücrelerin sâdece bir enerji maddesi deðil, esas unsurlarýndan biridir. Þu halde vücut örgüleri þekerden yoksun kalýnca ölürler. Nasýl ki, þeker hastalarýnýn bazýlarýnda görülen kangrenler, öngülerin þekerle beslenmemiþ olmasýndan ileri gelir. Oysa bu hastalýklarýn vücutlarýnda, hekimliðin henüz iyice açýklayamadýðý fizikokimyasal bir bozukluk sonucunda, þeker metabolizmasý vücudun bu maddeden yararlanabileceði þekilde cereyan edememektedir. Daha doðrusu, vücutta þekerin glikoz hâlinden glikojen hâline geçme oraný normal insanlardakine göre azalmýþtýr.  

  Ýþte buraya kadar anlattýklarýmýz fizikokimyasal olaylarýn sonuçlarý olup, henüz bilim alanýnda tamamen aydýnlatýlmýþ deðildir. Ýþ burada kalmýyor ve bu olaylarla beraber bir takým amaçlý ve þuurlu bir zekânýn tesirliliði de açýkça kendisini gösteriyor: Yukarýda sözünü ettiðimiz dokular, þekerin ancak glikojen hâlinde yararlanýr; glikoz hâlinde kalan þeker, hücreleri beslenemez. Bir üst paragrafta deðindiðimiz gibi, hastalýk yüzünden glikozun glikojene çevrilme oraný azalýnca; hücreler, kendilerine gerekli olan maddeyi (yani glikojeni) yeterli derecede saðlayamazlar ama bunun saðlanmasý zorunludur. Ýþte yukarýda dikkat çektiðimiz zeki tesirlilik, burada dokularýn glikojen gereksinimini karþýlamak için oldukça etkili bir çareye baþvurur ve kanda normalden fazla glikoz bulundurmak glikojen olma oranýndaki azlýðý vücudun lehine telâfi etmeye uðraþýr.

  Þu halde hiperglisemi denilen, þekerin akar kanda fazlalaþmasý durumu bir savunma mekanizmasýdýr. Fakat yaþamsal amaçlara yönelik olan bu mekanizmanýn yönetimi hangi bilimsel yetki ile kör fizikokimyasal tesadüflere býrakabiliriz? Bu mekanizma fizikokimyasal bir olaydýr ve o da þudur: Biliriz ki, bir kütlesel tesir yasasý vardýr. Bu yasaya göre, birbirine etki eden iki cisim karþý karþýya gelince, bunlardan birinin fazla yüklü olmasý, kimyasal iþlemin o oranda çabuk ve belirgin olmasýný gerektirir. Bu bir yasadýr ve her yerde her gereksinime göre o, uygulama alanýna konabilir. Nasýl ki, burada da bu yasadan yararlanýlmýþtýr. Eðer akar kanda glikozun miktarý normal sýnýrlar içinde bulunmuþ olsaydý, hastanýn glikozundan glikojen yapma kabiliyeti azaldýðý için, dokular yeterli derecede glikojen bulamayacaktý. Dolayýsýyla insan beslenemeyecek ve ölecekti. Ýþte yukarýda deðindiðimiz kütlesel tesir yasasý burada uygulanarak, dokular için gerekli olan glikojen miktarý saðlanacak oranda glikoz akar kanda çoðaltýlmýþtýr.

  Peki ama bu yasayý uygulayan kimdir? Bu yasanýn gereksinimi gerekli gören ve her güçlüðe karþýn, onu uygulama alanýna çýkarmakta bu kadar acele eden kimdir. Buradaki mekanizmanýn fizikokimyasal bir yoldan ortaya çýktýðýný nasýl herkes kabul ederse, bu yolun yaþamsal büyük bir amaca yönelik olduðunu da öylece kimse yadsýyamaz. O halde, bu amacý taþýyan unsur nerededir?

  Vücutta olup duran tüm maddesel olaylar fizikokimyasal yasalara tâbidir. Bununla birlikte bu durum; þeker hastalýðýnda olduðu gibi baþkalarý hakkýnda da yukarýdaki sorularýn geçerli olamayacaðý anlamýna gelmez. Tüm bunlarýn, þuurlu ve zeki bir tesirliliðini ve etmenini aramak gerekir. Acaba biz bu etmeni kendi yetersiz araçlarýmýzla bulamýyoruz diye yadsýmaya mý mecburuz? Elbette, hayýr. Böyle bir mecburiyeti düþünmek geriliðin en büyüðü olur. Eðer dünyada bulunmayan ve hemen bilinmeyen her þeyi yadsýmak âdet olsaydý, beþeriyet henüz ilk devirlerdeki ilkelliðini þimdi de sürdürüyor olurdu.

  Bununla birlikte bu düþünceden sonra da bu iþlerde; örneðin, yukarýdaki þeker hastalýðý örneðinde, olduðu gibi, olaylarý gene kör kuvvetlerin çarpýþmalarýyla açýklamaya çalýþmak sevdasýndan kendini kurtaramayacak kimseler bulunabilir ve bu gibiler þöyle bir fikir de ortaya atabilirler: Þeker hastalýðýnda, hücrelerde oluþan açlýk sonucunda sinir merkezlerinin yardýmý ile kimyasal bir yoldan kanda þeker çoðalýyor ve bu da tesâdüfen vücudun iþine yaramýþ bulunuyor…Keþke bu fikirle tüm konular halledilmiþ olsaydý da, yaþamýn bilinmeyenlerini, dünyamýzýn dýþýndaki etmenleri arasýnda araþtýrmak yorgunluðundan hepimiz kurtulmuþ olsaydýk. Fakat bir iki deyim kullanmakla, birçok karanlýk dehlizlerden oluþan bir fikir labirenti kurmakla duygu ve düþünceler hapsedilemiyor.

  Günümüzde(1940’lý 50’li yýllar) insanlarýn çoðu; fikir tuzaklarýnýn deðil, olay cereyanlarýnýn câzibesine baðlanmayý yeðliyor. Ýþte bunun içindir ki, yukarýda sözü edilen kimyasal yol hikâyesi insanýn kafasýna takýlýr: Sinirsel refleksleri uyandýran hücrelerdeki açlýk durumu bu iþin biricik etmeni olsaydý, bu etmen sürüp gittiði için, þekerinde kanda sürekli yüklenmesi gerekirdi. Bununla birlikte vücut için baþka bir bakýmdan zararlý olan bu duruma da meydan verilmiyor ve vücutta biriken þeker idrarla dýþarý atýlýyor. Hiç kuþkusuz, bu da önceki gibi biyokimyasal yasalara baðlý bir olay olmakla beraber, vücudun yaþam yolundaki düzeni korumaya yönelik bir iþtir. O halde, sorumuz, hem de daha geniþlemiþ bir þekilde, gene açýkta kalýyor. Yaþam yolunda tüm bu biyokimyasal yasalardan yararlanmak gereðini gören ve onlarý tek bir amaçta toplayan etmen nedir?

  Rastgele iki taþýn birbirine çarparak kýrýlmasýyla, ayný taþlarý kýrmak amacýyla birbirine çarpan bir kimsenin hareketi arasýnda fiziksel bir olay olmak bakýmýndan hiçbir fark yoktur ama nedensellik ilkesi bakýmýnda; ikinci olayda, fazla olarak görülen bir þey vardýr. Gören gözler ve düþünen kafalar için bunu yadsýmak olasý deðildir.

  Bizim, biyokimyasal anlamda kabul ettiðimiz þey, vücutla ilgili unsurlarýn bin bir çeþitte görülen ve birtakým yararlar altýnda cereyan eden ilgili iliþkilerinin tezâhür ve gerçekleþmesinden ibârettir. Fakat bunlarýn bile bize görünen pek çok noktalarý vardýr ki, bu noktalar ruhun müdahelesini kolaylýkla yadsýmamýza yarayan birer “açýk kapý” hâlinde durmaktadýrlar. Aslýnda, burada biyolojik bir sentez vardýr. Bu sentez, iþini niçin yaptýðýný bilen, þuurlu ve zeki bir varlýðýn eseridir. Bu varlýðýn hedeflediði yüksek amaçlarý, maddenin âtýl ve monoton hareketleriyle baðdaþtýrmak ve açýklamak olanaklý deðildir.

Ruhun Tesirliliðine Tezâhür Zemini Olan Araçlar

  Acaba ruh dediðimiz varlýk maddeler üzerindeki tesirliliðini hangi yollardan gerçekleþtiriyor? Bu konuda çeþitli ruhçu ekol mensuplarýnýn ileri sürdüðü fikirler var.

  Dinler genellikle ruh ve beden arasýnda aracý maddelerin bulunup bulunmadýðý hakkýnda açýk seçik bir þey söylememiþler; daha doðrusu, hiçbir þey söylememiþlerdir. Birçok dinsel görüþe göre ruh-beden iliþkisi anlaþýlmaz bir karýþýklýk içinde boðulup kalmýþtýr. Biz bu nokta üzerinde duracak ve irdeleme yapacak deðiliz. Dinler genellikle dogmatik bir îmana dayanýr. Böyle bir îmanla savunulan herhangi bir fikir buradaki konularýmýza giremez.

  Bununla birlikte bu dogmatik düþüncelerden baþka bir de, ruhun madde ile iliþkilerini açýklamaya çalýþan baþka ruhçu ekol izleyicileri vardýr.  Bu ekollerden baþlýcalarýnýn üzerinde biraz durmayý yararlý görüyoruz. Bunun için, bu ekol mensuplarýnýn ruh-beden iliþkileriyle ilgili düþüncelerini, gerçek kimliklerini bozmamaya çalýþarak, kýsaltýlmýþ bir þekilde ele alalým:

  Burada bizleri en çok ilgilendiren iki meslek vardýr ki; iþe önce bunlarýn düþünceleri üzerinde durmakta yarar görüyoruz. Bunlardan biri, teozoflar, ötekisi de ruhçulardýr. Bunlardan teozoflar arasýnda da görüþ farklýlýklarý bulunduðu için bunlarýnda ayrý ayrý ele alýnmalarý gerekir. Özellikle Hindistan’da yayýlmýþ olan doðu teozofisi ile daha çok Avrupa’da bulunan batý teozofisinin birbirinden ayrýldýðýný görüyoruz. Bununla birlikte Batýlý teozoflar arasýnda da görüþ ayrýlýklarý yok deðildir. Ýþte ele aldýðýmýz konumuzu daha iyi aydýnlatmak ve özellikle de Yeni Ruhçuluk anlayýþýný belirginleþtirmek için, birkaç sayfamýzý bu görüþ sâhiplerinin yaklaþýmlarýna ayýracaðýz.

Doðulu Teozoflara Göre Ruh-Beden Ýliþkisi

  Doðudaki, daha doðrusu Hindistan ve çevresindeki teozoflar, Avrupa’da yaygýn olan teozofiyi kendi anlayýþlarýna uygun bulmaz. Doðu Teozofisi’nin tüm ayrýntýlarýný bu sýnýrlý sayfalarýmýza sýðdýrmaya olanak olmadýðý gibi, gerek de yoktur. Biz bunlarý olabildiðince kýsaltmaya çalýþarak okuyucularýmýza sunacaðýz:

  Doðu Teozofisi’ne göre; insan varlýðý, çeþitli planlarda vasýflandýrýlan ayrý ayrý elemanlardan oluþmuþtur. Bunlarýn dýþýnda insanla ilgili bir varlýk yoktur. Bu elemanlar nelerdir? Önce insaný ayrý ayrý iki varlýðý ile incelemek gerekir: Bunlardan birincisi, onun “yüksek” ve gerçek varlýðýdýr. Bu varlýk 3 ögeden oluþmuþ bir varlýktýr ve Tanrý’týr. Bu “yüksek” varlýðýn elemanlarýndan biri, Ýslâmî anlayýþa da “zat”  olarak geçmiþ olan “Soi”dir. Sanskrit diliyle bunun adý “Âtma” dýr. Buna “Âtman” da denilmektedir. Âtman’ýn tek baþýna bir þahsiyeti yoktur. O, herkesle ilgili, herkesi kapsayan durumdadýr. Âtman tek baþýna bir ferdiyet gösteremez ama ferdiyet sâhibi olan insan onunla deðerlenir. Ýnsanýn bireysel þahsiyetini tamamlamasý için bir baþka öge daha birleþmesi gerekir, bu da onun yüksek varlýðýnýn ikinci ögesini oluþturur. Bu ögeye bizim anlayacaðýmýz anlamda “nefs” diyebiliriz. Teozoflar buna “manas” derler. Manas, insan düþüncesinin ve tümdengelim melekesinin bir aracýdýr. Âlem kapsamlý olan Âtman ile birleþerek, insan ferdiyetini oluþturmaya yarayan öge budur. Bu, insana; “Ben varým” dedirten ve kendi bireysel þahsiyeti hakkýnda onu þuurlandýrmaya yardým eden ögedir. Fakat bu iki ögenin birleþebilmesi için üçüncü, aracý bir ögeye daha gerek vardýr ki, buna teozoflar “buddhi” derler. Buddhi ruhsal bir ögedir. O, Âtman’ýn hem bir geçiþ aracýdýr, hem de onun âlemdeki bir yansýmasýdýr. Ýnsanýn yüksek sezgi ve ilham kaynaðý budur. Çünkü buddhi, Âtman’ýn yüksek özelliklerini insanýn yüksek üçlemesi (trinite) üzerinde ortaya çýkartýr.

  Ýþte bu üç ögenin birleþmesiyle insanýn yüksek varlýðý oluþur ki, teozoflar buna “yüksek üçleme” derler. Yüksek üçleme, teozoflarca hem; ruh, hem de Tanrý’dýr ki, bu ayný zamanda kusursuz bir insandýr. Görülüyor ki, bazý düzeltme ve deðiþtirmelerle, baþka yerlerdeki birçok ruhçu düþüncelerde gördüðümüz “üçleme” konusu doðu teozofisinde de vardýr.

  Görülüyor  ki, teozoflara göre, madde içinde ya da madde dýþýnda gibi ayrýlmýþ varlýk kavramlarý söz konusu deðildir. Burada maddesel kavramýn; ne sýnýrý, ne de olanaklarý göz önüne alýnmýþtýr. Belki “son”  olarak kabul edilen bir noktada; ALLAH, insan, ruh ayný þey olarak görülmektedir. Fakat bu “yüksek” üçleme de tamamlanma ihtiyacýndandýr. Bu da ancak yoðun maddeler dünyasýnda olur. Yani ruh ya da ALLAH, yoðun maddelerden oluþmuþ dünyalarýn dýþýnda kusursuzlaþamaz. O, yoðun dünyalarda bir süre geçirdikten sonra “yükselir” ve kendi asýl vatanýna döner. Teozoflar buraya “cennet” (devâchan) der. Yalnýz, “yüksek” üçleme doðrudan doðruya dünyaya inemez, bunun için onun mutlaka daha öteki 4 unsurla birleþmesi gerekir. Bu 4 unsur, deðersiz (süflî) doðadadýr. Bu nedenle insanýn bu ögelerden oluþan varlýðýna “katerner” derler. Þu halde, dünyada yaþayan insan bir “yüksek” üçleme ile, bir de “katerner” den oluþmuþtur; bunlarda üçü “yüksek”, dördü “açýk” unsurlardýr.

  Görülüyor ki, dünyada yaþayan bir insan; bir “yüksek” üçleme ile, bir de “katerner” den oluþmuþ durumdadýr. Böylece insan, bir bütün olarak 7 unsurdan oluþmuþ bulunmaktadýr. “Yükselmek” amacýyla dünyaya inmek için “alçak katerner” varlýðý ile birleþerek “yüksek” üçleme zorunlu olarak “yüksek” niteliklerinden önemli bir kýsmýný yitirir, deðersizleþir, “kararýr”. Çünkü “katarner” varlýðý oluþturan 4 unsur,”alçak” tezâhürlerin kaynaðýdýr. Bu unsurlar dünyada gördüðümüz olumsuz duygularý, fikirleri, eðilimleri, hýrslarý vb. tüm “aþaðý” nitelikleri içerisi. “Katerner” bileþimin unsurlarý da iki kýsýmda ele alýnabilir: Bunlardan birincisi ve en deðersiz / bayaðý olaný dünya bedenidir. Teozoflar buna “sthûla – sharîra” derler. Bu beden dünya maddelerinden yapýlmýþtýr.

  Söz konusu bileþimin ikinci kýsmý kendi içinde üç unsurdan oluþmuþtur ki, buna; önceki “yüksek” üçlemeye karþýlýk “alçak” üçleme derler. Dünyadaki ölüm olayý ile “sthûla–sharîra” “alçak” üçlemeden ayrýlýr ve uzaklaþýr gider. “Alçak” üçleme ise, dünyadan ayrýlarak “Kâmaloka” denilen bir plana çýkar. Demek ki, “Kâmoloka” daki bir insan; biri “yüksek”, öteki “alçak” nitelikte iki üçlemeden oluþmuþtur. “Alçak” üçlemenin unsurlarý(aþaðýdan yukarýya doðru) þunlardýr: Linga- Saharîra. Bunlar tamâmiyle bedenin bir kalýbýdýr. Bu bir modeldir. Ve beden bu modelin üzerinde kurulmuþtur. “Alçak” üçlemenin ikinci unsuru “prâna” dýr. Bu, insaný canlandýran, ona dünyada kudret, kuvvet ve yaþamsal özelliklerini veren unsurdur.

  “Alçak” bileþimin en yüksek ve ruha yakýn olan ögesi “kâma”dýr. Bu öge ihtiraslarýn ve arzularýn kaynaðýdýr. Bunu “kavramsal nefs” anlamýnda kabul etmek olabilir. Fakat “Kâmaloka” da bir süre kaldýktan sonra, “yüksek” üçleme, “alçak” üçlemeyi (týpký dünyada býrakýlan fizik beden gibi) orada býrakarak ayrýlýr. Yani insan “Kâmaloka” da ikinci bir ölüm deneyimler ve týpký fizik bedenin uðradýðý âkýbet gibi, “alçak” üçleme de yeryüzünden daha yüksek tertipteki bir âlemin, Kâma-loka’nýn mezarlýðýnda bozulmaya ve çözülmeye terk edilir. Ölümsüz olan “yüksek” üçleme, ruh ya da Tanrý olarak Devachân’a gider.

  Görülüyor ki, Hint teozoflarýna göre, bizim anladýðýmýz anlamda bir madde ve maddeden ayrý bir ruh kavramý yoktur. Burada adlarý geçen ögelerin bilimsel içerikleri hakkýnda da hemen hemen hiçbir þey söylenmiþ deðildir. Bu anlayýþa göre Tanrý, ruh, madde birbirine karýþmakta ve bunlar ancak var sayýlan bir “yükseklik” ve “alçaklýk” kavramlarýyla derecelendirilmiþtir.

  Gene bu yaklaþýma göre, insanýn asýl ölmeyen kýsmý “yüksek” üçlemesidir. Bu hem kusursuz, hem de “alçak” âlemlerde “alçak” unsurlar arasýnda geliþmeye muhtaçtýr. Egonun yani “yüksek” üçlemenin kazandýðý katerner bir tekâmül aracýdýr. Fizik beden ise insanýn sâdece dünyaya özgü bir unsurudur. Fizik bedenden sonra gelen “alçak” üçleme, modern teozoflara göre, elektrik ya da mýknatýs türünden bir þeydir. Gene ayný yaklaþýma göre, bazý atmosferik koþullar altýnda bunlar duyarlý (psiþik) kimseler tarafýndan görülürler. Dolayýsýyla (gene ayný filozoflara göre); deneysel ruhçuluk çalýþmalarýnda, mezarlýklarda ya da bazý evlerde görülen tüm fantomatik oluþumlarýn nedeni bu “alçak” üçlemeden tamamýyla ayrýlmýþtýr. Bununla beraber “alçak” üçleme de hâla canlýdýr. Bu varlýðýn; duyumsuz, duygusal, yerli yersiz birçok eðilimleri vardýr. Deneysel ruhçuluk çalýþmalarýnda, araþtýrmacýlarla iletiþime geçen ve ruhçulara göre “ruh” adý altýnda bilgiler verene varlýklar bunlardýr.

  Kýsaca bunlar; bilinçsizce hareket eden, orada burada dolaþan ve bol bol konuþan bir takým “kabuksu varlýklar”dýr. Bu kabuksular týpký mezarlarda kokmaya çürümeye baþlayan ve çevrelerine zehir saçan fizik bedenler gibi zehirleyici, kokmaya ve çürümeye mahkûm birer kadavradan ibarettir. Bunlarýn herhangi bir þekilde dünyadakilerle baðlantý kurmalarý onlar için zararlý ve tehlikelidir. Bunlar girdikleri yeri berbâd ederler. Bu varlýklarý davet ederek yapýlan etkinlikler yasaklanmalýdýr. Doðu kökenli teozofinin durumunu bu þekilde özetledikten sonra, Batý Teozofisine geçmek isterim.

Önce Kýsa Bir Ýrdeleme

  Doðu Teozofisinin yaklaþýmlarý ve açýklamalarý insanýn evrende bulunuþ nedenlerini ve geliþimini aydýnlatýyor. Dahasý, bu fikirlere karþý akla gelen bazý sorularý da yanýtlýyor. Burada insanýn kafasýný týrmalayan baþlýca konular þunlardýr:

  Eðer Ego, katerner bileþim ile tekâmül etmek için birleþmek ve alçalmak zorunda kalýyorsa, kendisi olgun durumda deðildir demek olur. Ego ayný zamanda, herhangi bir mertebesinde ALLAH olduðuna göre, onun olgunluðundaki bir noksanlýðý nasýl kabul edebiliri? ALLAH fikri mutlak fikrinden ayrýlamaz ve noksanlýk da, mutlak fikriyle baðdaþmaz. Tekâmüle gereksinimi olan bir varlýk mutlak ve dolayýsýyla da ALLAH olamaz.

  ALLAH’ýn mutlaklýðý söz konusu deðilse, Ego neden ALLAH’lýk ile iliþkilendiriliyor? Dahasý, “ruh=ALLAH” formülüne niçin baþvuruluyor?

  Ego’nun olgunluðundan maksat, kendi oluþ hâlinin geliþimi midir, yoksa ”aþaðý” âlemlerdeki cevherlerle kendi melekeleri arasýndaki iliþki durumunun geliþimi midir?  Eðer birinci þýk ise, yani; esâsen olgun olmayan ego, ancak aþaðý planlarda bir süre geçirdikten sonra, kendi bünyesinde yüksek bir varlýk durumuna geçiyorsa, bu “ilâhi ve ölümsüz” egoyu bir sonuç, ölüme mahkûm unsurlarý da bir neden olarak kabul etmek gerekecektir. Böyle olunca, egonun ölmezliði, yüksekliði ve ulûhiyeti ile alçak ögeleri aþalýðý, fâniliði hangi ölçü ve düþüncelere göre takdir olunmuþtur?

  Eðer ikinci þýk ise, yani yüksek üçleme, esâsen oluþ hâlinde kusursuz bulunmakla beraber yalnýz aþaðý âlemlerle olan iliþkilerinde tamamlanmak gereksiniminde ise, böyle bir fikir karþýsýnda haklý olarak aþaðýdaki itirazý nasýl yanýtlayacaðýz. Yüksek üçleme her “Devâchan”a ulaþtýðý zaman, katerner ögelerini ebedîyen ölüme terk ediyor; her iniþte yeni (yani yabancý) ögeler alýyor. Buna göre, kendisinin yabancý ögeler âlemiyle olan iliþkileri, oradan her dönüþte tamâmen kesiliyor. Böyle olunca, onun her dönüþünde aþaðý ögelerle olan iliþkisi bakýmýndan Devâchan’da yeniden önceki haline döndüðünü kabul etmek gerekir. Böyle olunca, egonun bu alçak ögelerle olan iliþkilerinde, sürüp giden bir tekâmül durumunu kabul etmek olasý deðildir. Çünkü herhangi bir iliþkinin tamamlanmasý demek, onun; kesintiye uðramaksýzýn, sürekli geliþmesi demektir. Bu da iliþkilerin ebedîleþmiþ olmasýný gerektirir.O halde;

  Ruhun olgunlaþmasýndan amaç nedir? Yukarýdaki açýklamalardan sonra, bu sorunun yanýtýný vermek pek güç olacaktýr.

  Ne þekilde olursa olsun, eðer teozoflarýn söyledikleri gibi, alçak ögeler âlemi ve özellikle de dünyamýz, yüksek fakat tamamlanmaya muhtaç ve noksanlýklarla yüklü bir Ego’nun olgunlaþmasýný saðlýyorsa ve bunlarýn üzerinde mutlak bir düzenleyici yoksa, biri noksan, ötekisi ölüme mahkûm olan bu iki varlýðý yönetip yönlendiren yasalar nereden çýkmýþtýr.

  Burada bir kuralý anýmsamakta yarar var: Bir þey, kendi oluþunun ayný zamanda; hem nedeni, hem de sonucu olamaz. Fakat o, ayný zamanda; bir oluþ hâlinin sonucu, baþka bir oluþ hâlinin nedeni olabilir. Yüksek Üçleme, eðer tekâmül yasalarýnýn kendisi hazýrlýyorsa, onun tamamlamaya gereksinimi olmamalýdýr. Eðer kendisi tamamlanmaya muhtaç bir durumda ise, tekâmül koþullarýný belirleyecek kadar yüksek ve mutlak bir basiret sahibinin eseri olmasý gereken yasalarý hazýrlamaya muktedir olmamalýdýr. Görülüyor ki, Doðu teozoflarýnýn yaklaþýmlarý, çok karýþýk ve zâhiren derin anlamlarý taþýr gibi görünen ciddi çehresine karþýn; insaný, birbirini izleyen tezatlar içinde bunaltýp býrakmaktadýrlar.

Batý Teozoflarýna Göre Ruh–Beden Ýliþkisi

  Yukarýda sunduðumuz fikirlerin yanýnda, Annie Besant(6) ve Lead Beater(7) gibi düþünürler tarafýndan savunulan ve birçok taraftar kazanmýþ bulunan, öncekinden az çok farklý baþka teozofik görüþler ve inanýþlar da vardýr. Genellikle bunlarýn fikirlerini Doðulu Teozoflarýnkine oranla daha ileride görüyoruz. Gerçi bunlarda da, öncekilerde olduðu gibi madde-ruh fikri birbirine girift olmuþ bir durumda görünüyor ve ruhun maddeler arasýndaki hareketleri fikrini çýkmaza sürükleyici yaklaþýmlara rastgeliyorsa da, hiç olmazsa ruh ile madde arasýndaki iliþkilerden söz ederken, maddesel bir kavram belirginleþtirilip vurgulanýyor. Bununla birlikte, burada da; belirttiðim gibi, tekâmül amaçlarý / hedefleri göz ardý edilmiþ, daha doðrusu, teofizik yaklaþýmlar teozoflarý böyle bir görmezlikten geliþe zorunlu olarak götürmüþtür. Nasýl ki, bu durumun bir sonucu olarak; önce de belirttiðim gibi, Batýlý teozoflar da bazý noktalarda anlaþamamýþlar ve aralarýndaki ikiliðe neden olmuþlardýr. Biz de bu iki görüþü ayrý ayrý ele alacaðýz. Bu görüþlerden biri Annie Besant, öteki Lead Beater tarafýndan savunulmuþtur.

Annie Besant’a Göre Ruh – Beden Ýliþkisi

  Batý teozofisinin çoðunluðuna tercüman olan Annie Besant, insan ruhunun dört bedeni olduðunu kabul eder. Bunlar sanki, merkezleri ortak daireler gibi birbiri içine gömülmüþlerdir. Bu dört bedenin en kabasý fizik beden (corps physique)’dir. Fizik beden dünya maddelerinden yapýlmýþtýr. Bu bedende kendiliðinden canlýlýk yoktur; o, bir þekilden ibarettir. Fizik bedeni þekillendiren ve canlandýran baþka bir beden vardýr ki, buna da “esiri beden” (crops etherique) derler. Esîrî beden yaþamsal kudretlerin bulunduðu bedendir.Görülüyor ki bu beden, fizik bedenin hem þeklini saðlar, hem de onu canlandýrýr.

  Annie Besant’a göre, fizik moleküllerin belli bir organizma hâlinde birleþmesine yarayan ve ona canlýlýk veren koruyucu kudret esîrî bedenden gelir. Bu beden organizmada bir yaþam nefesidir. Hattâ birçoklarýna göre bu beden, fizik bedenin ayrýlmaz bir parçasýdýr. Bunlarýn ikisi birleþerek bir beden yaparlar. Hem fizik, hem de esîrî beden ayný planýn (yani dünyanýn) malýdýr, ikisi de orasýný býrakmaz. Esîri beden fizik bedenin oluþumundan ancak birkaç gün önce ortaya çýkar ve onun ölümünden sonra, en fazla birkaç gün daha yaþayabilir. Teozoflara göre, buna “esîrî” adýnýn verilmesi, onun esîr maddesinden yapýlmýþ olmasýndandýr. Burada da görülüyor ki, teozoflarýn “esîr”leri ile, bizim madde konusunda deðindiðimiz esîrî maddeler arasýnda bir iliþki yoktur.

  Uyku zamanlarýnda, ruh varlýðý; esîri bedenle fizik bedeni beraberce býrakarak, öteki iki bedeniyle birlikte kalýr ve fizik bedenden ayrýlýr. Ölüm zamanýnda ise; esîrî bedenini de beraber götürerek, fizik bedenini dünyada býrakýr ve ölüme terk eder. Bununla birlikte, esîrî bedeniyle esîrî planda yaþayan ruh varlýðý, dünyadan ve özellikle de kadavrasýnýn yanýndan ayrýlamaz. Ölümden hemen sonra, ölenin yakýnlarýnda ya da mezarlýkta görünmesi (teozoflara göre) bu esîrî bedeniyle olur. Bu beden, bir bakýma, Hint teozofarýnýn “linga-sharira”sýna karþýlýk olmaktadýr.

  Esîrî beden, kendisinden daha kaba olan fizik bedene oranla yaþam kaynaðý olmakla beraber, doðrudan doðruya kendisi yaþam sâhibi deðildir; onun da canlandýran daha “yüksek” bir beden vardýr ki, buna astral beden (corps astral) denir. Ýþte bu (teozflara göre) ruh varlýðýnýn 3. Bedenidir. Bu beden esîrî bedene oranla yaþam kaynaðýdýr. Astral beden duyarlýðýn, tasavvurun ve hayvansal hýrs ve tutkularýn bulunduðu yer olarak nitelendirilir. Bu bedenden kaynaklanan düþünceler olur fakat bu düþünceler aklî deðil, duygusaldýr. Bu beden, Hint teozoflarýndaki “kâma” karþýlýðýdýr. Yine teozoflara göre, ruhçuluktaki “perispiri” de bu astral bedenden baþka bir þey deðildir. Ýnsan ne kadar geliþmiþse, bu bedenin þekli o kadar belirginleþir ve net bir hal alýr. Varlýðýn geriliði oranýnda, astral beden þekilsiz, belli belirsiz bir durumdadýr. Böyle astral bir beden, fizik bedene fazla baðlýdýr ve ondan uzaklaþamaz. Dahasý, böyle bir astral bir beden Yukarý’dan  gelen þuuru da pek az bir oranda fizik bedene aktarabilir. Bunun sonucu olarak, geri bir kimsenin ruhu astral planda bulanýk bir þuur, belli belirsiz bir ruh hâli içinde yaþar. Buna karþýlýk, çok az geliþmiþ durumda olanlar, bu planda “yükseklikleri” oranýnda þuurlu etkinlik sergilerler. Onlarýn þekilleri tamdýr, belirgindir ve fizik bedenin tam materyalize olan fantomik oluþumlar bu astral bedendir.

  Ölümün ardýndan, yani ruh varlýðý esîri bedenini esîri planda býraktýktan sonra, astral bedeniyle beraber astral plana yükselir. Her bedenin kendine özgü bir planý vardýr. Ruh varlýðý, hangi plana özgü maddelerden oluþmuþ bir beden içinde tezahür edebilirse, o planda yaþamýþ olur. Bu þekilde astral planda yaþamaya baþlayan ruh, eðer az çok “yükselmiþ” ise, burada etkin olmaya baþlar. Kendisinde belli bir anlayýþ düzeyi vardýr ve astral planýn sürprizleriyle dolu yaþamýndan bir süre yararlanýr. Fakat onun bu bedeni de yaþamýn kaynaðý deðildir. Ancak esîri bedene göre hayat olan astral beden, kendisinden daha yukarýdaki ruh varlýðýnýn bedenine göre bir þekildir. Astral bedeni canlandýran bu yüksek bedenin adý “mantal beden”dir (corps menta). Ruhsal tesirlilikten yoksun kalýnca, baþka maddeler gibi ölüme mahkûm olan astral beden de günün birinde ruh tarafýndan terk edilir ve astral âlemin mezarlýðýna gömülmeye mahkûm kalýr. Böylece astral bedenini de terk eden ruh, ayný zamanda astral planý da terk etmiþ olur. Ruh, bu 3. ölümünün arkasýndan mantal bedeniyle birlikte mantal plana yükselir.

  Mantal beden ruh varlýðýnýn bedenlerinin en seyyalidir (süptil, latîf, ince, titreþimi yüksek). Bu beden asil ve yüksek düþüncelerin, irâdenin ve zekânýn kaynaklandýðý yerdir. Kazanýlmýþ tüm anýlar ve bilgiler burada bulunur. Tüm þuurlu olaylar da burada geçer. Akýl yürütmenin yeri de burasýdýr. Mantal beden, ruhun mantal plana geçiþ aracýdýr. Bunun þekli öteki bedenlerinki gibi deðildir. Yani mantal beden, öteki bedenlerden (astral, eterik) gibi fizik bedenin þekline sâhip deðildir. Bunun þekli ovaldir (yumurta gibi) ve büyüklüðü varlýðýn geliþmiþliði oranýnda artar.

Lead Beater’e Göre Ruh-Beden Ýliþkisi

  Lead Beater’in ruh-beden iliþkisi anlayýþýnda, belli esaslarda ayný olmakla birlikte, üçüncü bir öðenin daha iþin içine girdiðini görüyoruz. Bu þekilde konu karýþýk ve sýkýntýlý bir görünüm kazanmýþ oluyor. Lead Beater ’e göre insan 3 kýsýmda oluþmuþtur: Bunlardan biri, ego; yani ruh varlýðýnýn ta kendisi, ikincisi buna araç görevinde olan maddesel beden, üçüncüsü de (L.Beater ’in söylemiyle) bir “cevher”dir (essence). Bu cevher tüm planlardaki bedenleri canlandýrýr. Ýþte ruh varlýðýnýn, maddeye inerken, geçtiði planlardaki bedenlerine giren bu cevhere L.Beater, “elementral cevher” adýný vermiþtir.

  Bu teozofa göre üç büyük elemental hükümranlýk (royaumes) vardýr: Bunlardan biri mantal planýn en üst kýsýmlarýndaki bölgelerle ilgilidir. Ötekisi, bu planýn alt kýsýmlarýyla ilgilidir. Üçüncüsü de astral planla ilgilidir. Bu kademeleþmeden anlaþýlýyor ki, ego (ruh) “aþaðýya inmek” için, plandan plana geçerken; hem o planla ilgili bedeni kurmak üzere planýn maddelerinden bir kýsmýný, hem de ayný zamanda o planda bir bedene baðlanmak gereksiniminde bulunan elemental bir cevheri kendisine çekecek onlarla birleþmek zorundadýr.

  Görülüyor ki, L.Beater ’e göre, insanýn varlýðý; ego + beden + elemental cevher komplesinden oluþmaktadýr. Ruh varlýðýnýn her plandaki bedeninde, o planýn maddelerine baðlanabilecek ve onlarý canlandýracak bir elemental cevher bulunmaktadýr. Örneðin, fizik âleme gelmek üzere yüksek mantal plandan “aþaðý” inen ve mantal bedenini kuran bir ruh varlýðýna, ayný zamanda üç büyük elemental hükümranlýðýnýn ikincisiyle ilgili cevher de eþlik eder. Burada “elemental cevher” nedir? L.Beater’e göre bu, Genel Yaþam Kaynaðý’ndan geçici olarak ayrýlmýþ canlý bir cevherdir. Bu cevherin zekâsý (intelligeance) yoktur. Çünkü kendisi henüz bir mineral düzeyinde bir deðildir. Oysa biz mineraller âleminde bile zekâ eseri göremiyoruz. Fakat bu cevherinde bir içgüdüsü vardýr. Bu içgüdü onu geliþime yarayan her þeye doðru sürükler. O, bu sâyede çevresine uymak, kendisi için gerekli olan þeyleri çevresinden almak becerisine sâhiptir. Bu beceri o kadar kuvvetlidir ki, ona bu yüzden kýsmî bir zekâ (unintelligeance partielle) de denilebilir.

  Ýnsan varlýðýný tamamlamak üzere, insan bedenine girmiþ olan bu cevher Büyük Elemantal Cevher’in deryasýndan kopmuþ bir parçacýktýr (particule). Bedensiz, ölümden sonra, o yeniden genel yaþamýna dönecek ve orada kaybolacaktýr. Bu parçacýklarýn kendilerine özgü ayrý bir geliþim yolu vardýr. bunlarýn geliþimleri için gerekli olan þey Lead Beater’e göre, kuvvetli ve maddesel titreþimlerdir. Bu cevher de, ruh gibi, dýþarýdan gelen uyarýlara tepki vermesini öðrene öðrene “yükselir”. Bunun için o; titreþimlerin, sürekli olarak yeni türlerini öðrenmek gayretindedir. Bu nedenle, uzun süre sâbit durumda kalmayý reddeder.

  L.Beater insanýn mantal yaþamýndaki daðýnýklýðý ve belirli bir noktada fikrin saplantýsýna karþý koyan içgüdüleri bu etmenin etkisine baðlar. Görülüyor ki, ruh ile de mantal cevher arasýnda bir zýddiyet vardýr. Elemantal cevherin geliþimi daha kaba maddelerin içine gömülmekte, oysa egonun (ruhun) tekâmülü, tam tersine süptil (ince, lâtif) maddelere doðru “yükselmekle” olur. Elemantal cevherin arzusu gittikçe daha yoðun ve daha kaba maddesel titreþimlerle karþýlaþmaya; oysa egonun arzusu, tam tersine tüm maddesel koþullarýn üstüne “yükselmeðe” ve yüksek titreþimlere uymaya yöneliktir. Bu cevher mental bedenle birleþtiði gibi, astral bedenle de birleþerek, ruhla birlikte insan varlýðýný tamamlar.

  Astral plan (plane), heyecanlar (emotions) ve hýrslar / tutkular (passion) planýdýr. Bu þekilde elemental cevher bu plana baðlanarak heyecan ve hýrs titreþimleriyle karþýlaþmýþ ve kendine özgü geliþim gereksinimini gidermiþ / karþýlamýþ olur. Bu parçacýklarýn þuuru olmamakla berâber, kendilerinde var olan içgüdüler, bir dereceye kadar onlarýn bu iþlerden haberdar olmalarýný saðlar. Böylece buradaki yaþamlarýn kendileri için yararlý olduðunu anlarlar. Ýþte onlarýn burasýný terk etmek istemelerinin nedeni budur.

  Ruhun maddeden uzaklaþmak arzusu karþýsýnda elemantal cevherin daha yoðun maddesel titreþimler içine gömülmeye susamýþ bir durumda bulunmasý, ruh ile bu cevher arasýnda sürekli bir mücadeleye yol açar. Eðer o, bedenin titreþimlerini kendine uydurabilirse, bu durum ego için bir tür aldanma / yanýlma olur ki, o zaman insanda her türden kaba duygular belirir. Bununla birlikte, L.Beater’e göre, bu cevher dinlerin kabul ettikleri þeytan deðildir. Çünkü bunda bir niyet yoktur. Bu cevher farkýnda bile olmadan ego ile mücadele hâlindedir. Onun tüm arzusu insaný “aþaðýya” çekmektir. Ayrýca bu çekiþ, hiçbir maksatla deðil, ancak kendi çýkarlarýnýn zorlamasýyla olur. Demek, onda insaný geriletmek ya da aldatmak gibi duygular yoktur. O, mutluluðunu, sâdece kaba titreþimlerin içine gömülmekte bulduðu içindir ki, yükselmeye çok istekli olan egoya saldýrýr haldedir.

  Ýþte bu düþüncelere göre, insaný kötülüðe sürükleyen zorlamalar egodan (ruhdan) deðil, elemental cevherlerden gelir. Bununla birlikte, bu zorlamalarýn etkisiyle yapýlmýþ olan tüm iþler gene insanýn sayýlýr çünkü bu cevher de insanýn bir ögesidir. Eðer insan bir yaþamýnda alçak arzularýyla mücadele edip, onlara üstün gelmiþ ise; gelecek yaþamýndaki elemental cevher daha hoþ olur ve insaný güzel olmayan düþük açgözlülük/ doymazlýk titreþimlerine doðru çekmez.

  Ýnsan ölünce, yani fizik âlemden ayrýlýnca, þahsiyetini oluþturan tüm “zaaflar” daðýlmaya baþlar. Ölüm ânýndan baþlayarak, astral beden de daðýlmaya baþlar. Bununla beraber bedende yerleþmiþ olan elemantal cevher astral bedenden ayrýlmak istemez. O, bu bedenin daðýlmaya yüz tuttuðunu görünce, (L. Beater’e göre) korkmaya baþlar ve derhal kendisinni savunmaya hazýrlanýr. Bunun için astral bedenin çözülüp daðýlmasýna karþý koyabilmek amacýyla onun parçacýklarýný (particles) guruplandýrýr (regroupement). Bu bedeni daðýlmasý, elemental cevherin baðýmsýzlýðýný yitirmesi demektir. Bu durum, onu þiddetle sanki bir nefs müdafâsýna sevkeder. Fakat o, bu guruplandýrma iþinde baþarýlý olduðu oranda, farkýnda olmadan insaný, arzularýnýn etkisi altýnda tutmuþ olur ki, bu durum ruhun tekâmülü için uygun deðildir. Çünkü önce, ruhun bir an önce “yukarý” planlara çýkmasý gereklidir ve ruhun tekâmülü bunu gerektirir. Ayrýca, astral bedenin dýþ tabakasý bu cevher tarafýndan guruplandýrýlma sonucu olarak; yoðun bir hâle konulduðundan, astral planýn yüksek/ ince titreþimleri ruha nüfuz edemez. Bu durum ruhun bu planda yeterince þuur sâhibi olmasýna ve buradan yararlanmasýna engeldir. L.Beates’e göre bu guruplandýrma iþi þöyle olur:

  Elemantal cevher astral bedenin maddelerini, bu bedenin en dýþ kýsýmlarýnda toplar ve orada yoðun bir tabaka oluþturur. Öteki tabakalar merkeze doðru gittikçe seyyalleþir (süptilleþir, incelir). Bu þekilde elemantal cevher astral bedenin parçacýklarýný çevrede toplayarak, dýþ etkilere karþý sanki bir kale duvarý gibi onu savunmaya çalýþýr. Þu halde insan astral plandaki elemantal cevherin bu guruplandýrma iþlemine engel olmalýdýr. Çünkü ruh ancak bu sâyede astral planýn tüm güzelliklerinden ve yüksek titreþimlerinden yararlanabileceði gibi, bu bedenin hýzla daðýlmasýný saðlamakla da daha yüksek planlata bir an önce çýkmak olanaðýný bulur.

  L.Beater’in, arkadaþlarýndan ayrýldýðý noktalarý bu açýklama yeterince ortaya koymuþtur. Genellikle Batýlý teozoflar tüm yaþamsal özelliklerin ruhtan geldiðine, fakat deðiþik bedenlerden geçerken, o bedenlerin olanaklarýna göre tezâhür ettiðine emin durumdadýrlar. Oysa L.Beater insanda ortaya çýkan alçak nitelikli özellikleri ve ruh ile uyuþmayan zorlamalarý, insanda üçüncü bir ilke olarak kabul ettiði bir cevher ile açýklamaya uðraþýyor. Fikrimizce, bu yoldaki açýklama konuyu aydýnlatmaktan çok karartmaktadýr. Hele bu cevherin ayrý bir geliþim seyri izlemesinin ne gereðini, ne de anlamýný anlamak olasýdýr. Dahasý, böyle bir fikir birçok ruhsal ve yaþamsal olaylarýn açýklanmasýný ve özellikle de tekâmül konusunu iyice karýþtýrmaktadýr. Bu elemantal cevher konusu her noktasýnda itirazlara yol açacak söylemlerle doludur.

Batýlý Teozoflara Göre Ruh-Beden Ýliþkisinin Þekli ve Amacý

  Batýlý teozoflara göre, ruhun; elbise gibi bu bedenleri nasýl ve ne için giyip çýkardýðýný da biraz araþtýralým. Bu teozoflara göre, en yüksek bir plan olan mental planda ruhlarýn az ya da çok kalmalarý onlarýn tekâmül düzeylerine baðlýdýr. Ruhlarýn þuur hallerinin “yüksek” bölgelerde yoðunlaþmasý ve geliþimi, onlarýn “yükseklik” dereceleriyle iliþkilidir. Ýþte ruhlarýn bu tekâmül olanaklarýný saðlayacak olan þey de onlarýn dünyaya (maddeye) inmeleridir. Teozoflara (ve özellikle de L.Beater ’e) göre ruhun enkarnasyonu ve dezenkarnasyonu bir tür nefes verme ve nefes alma gibidir. Tekâmüle gereksinimi bulunan bir ruh, kendisinden bir parçayý “aþaðý” planlara yöneltir. L.Beather bunun “extariorisation” olarak adlandýrmýþtýr. Bu, bir nefes verme gibidir. Eksteryorizasyon bir zaman sürdükten sonra; ruh “aþaðý” plana gönderdiði parçasýný tekrar geri alýr. Bu da nefes almaya benzetilmiþtir.

  Örneðin, az geliþmiþ bir kimseyi gözümüzün önüne getirelim: Teozoflara göre, bu kimse dünyada bir süre kaldýktan sonra, çeþitli bedenlerinde ardý ardýna ölümünün ardýndan, mental bedeniyle kalarak mental plana çekilir. Fakat mental plan 3 tabakadýr. Bu ruhun en “yüksek” mental tabakalarda yaþamasý henüz olanaklý deðildir. O, “yukarýdan” baþlayarak ancak üçüncü tabakaya eksteryorize olabilir, yani þuurunu ancak burada toplayabilir. Bunun için, ilk geliþlerde, bu tabakada cereyan eden þeylerden haberdar olmaz. Bu durum, onun burada büyük þeyler öðrenmesine olanak saðlamaz. Bununla beraber o, bir üstadýn (maitre) “çekiminden” ve varlýðýndan etkilenebilir. Bu durum, henüz açýlmamýþ bir goncanýn üzerine tutulan canlandýrýcý ýþýk huzmeleriyle o goncanýn canlandýrýlmasýna/ uyarýlmasýna benzer. Bununla birlikte o, dýþarýdan gelen tesirlere kapýlýr. Ýþte bu yüzden bu tabakada uzun süre kalamaz, kalabilmesi için daha çok tekâmül etmesi gerekir. Bu “yükselmeye” hazýrlanmak amacýyla yeniden madde ortamýna (dünyaya) iner (tekrar doðuþ). Bu iniþten sonra, biraz daha tekâmül etmiþ olarak mental plana döner. Çünkü dünyadaki eksteryorizasyonu sýrasýnda yeni yeni birçok deneyim geçirmiþ, yeni nitelikler / beceriler kazanmýþ ve þuurunu geniþletmiþtir. Þu halde ruh, mantal planýn aþaðý tabakasýna ikinci kez çýktýðý zaman çevresinde olup bitenleri öncekinden daha iyi anlayacak ve burada daha uzunca bir süre kalabilecektir. Bununla birlikte, henüz mental planýn daha yüksek tabakalarýna çýkabilecek bir durumda deðildir. Bunun için defalarca dünyaya inmek zorundadýr. Eðer ruh yeterince tekâmül etmiþ ise mental planýn ikinci tabakasýna çýkabilir. Fakat týpký birinci tabakaya çýkýþýn ilk zamanlarýnda  olduðu gibi, burada da önce hemen hemen þuursuz bir durumdadýr ve çevresindekileri anlamaz. O, buranýn “tadýný” gerektiði gibi alamayacaðý için, ilk geliþlerinde burada uzun zaman kalamaz ve yeniden “aþaðý” iner. Ruh böylece “nefes alýp vermeler” þeklinde dünyaya gelip giderken mantal planýn en yüksek tabakalarýna dek yükselir. Sonunda, ruhun, âlemin gizemine vâkýf olmasýna, uyum saðlamasýna(adeptat) yaklaþmasý olanaklý duruma gelir. Artýk o, en yüksek bir planda kendi hâlini (ego) bulur. Onun bu hâli tekâmüle baþlamazdan önceki durumu gibidir. Fakat arada çok büyük fark vardýr. Þimdi o, tekâmül etmiþ bir durumdadýr. Yani tedrîcen ilerlemiþ bir þekilde yeni özellikler, nitelikler ve beceriler kazanmýþtýr.

  Teozoflara göre, acaba ruh “aþaðý” planlara nasýl “iniyor” ? Bu konuda özellikle L.Beater ’in oldukça karýþýk, bir o kadar da ayrýntýlý fikirlerini hýzla gözden geçirelim: Ruh, tekâmülünü sürdürmek üzere dünyaya “inecektir”. Bu “iniþ” bir tür “susuzluðun”  ya da “arzunun” yönlendirmesiyle olur. Burada egonun yer deðiþtirmesi söz konusu deðildir.O, sâdece þuurun mental planýn “aþaðý” tabakasýnda toplanmakla bu iþi yapmýþ olur. Ruh dünyaya birden bire de “inmez”. “Yolda”  kademe kademe uðrayacaðý merhaleler vardýr. Bu merhalelerden birincisi, kendisine en “yakýn” olan mental planýn alt tabakasýdýr. Demek ki, o iþe önce buradan baþlayacaktýr. Ruhun “indiði” herhangi bir planda tezahür edebilmesi için, o planýn maddelerini kullanmaya gereksinimi vardýr. Týpký bir ruhsal celsede kendini göstermek isteyen bir dezenkare varlýðýn materyalize olmasý gibi; yani fizik gözle görülemeyecek bir niteliðe bürünmek ve eþyalarý hareket ettirmek için, fizik planýn maddesini kendi çevresine çekmek gibi, burada da ruhu, içine “gireceði”  planýn maddelerini çevresinde toplar. Baþka bir deyiþler, bu maddeler tarafýndan sarýlýr. Ýþte onun bu planda arazý olan mental beden bu þekilde oluþur.

  Gerçi bu planýn maddeleri ruhun “yüksek” düzeyine oranla “alçak” bir mertebededir ama dünyada  yaþayan insanlara oranla, kapsanamayacak kadar “yüksektir”. Ruhun bu planda tüm varlýðý, olduðu gibi tezâhür edemez. Burada ortaya çýkan, ruhun entelektüel kýsmýdýr. Ýþte biraz önce belirttiðimiz gibi, “ruhun bir parçasýný aþaðý planlarda eksteriyorize etmesi” deyiminin anlamý budur. Ruhun bu plandaki elbisesini” kurmasý için , aldýðý maddelerin inceliði, önceki birikimine (deneyim + görgü) baðlýdýr. Yani ruh, yoluna, geçen defa (geliþinde) bu planda býrakmýþ olduðu yerden baþlar. Þu halde, bu kez; çevresine topladýðý maddeler, geçen geliþinde mental planda en son býrakmýþ olduðu maddelerin süptilliði (inceliði, lâtifliði) âyarýndadýr.

  Bu bedenin kuruluþ þekli, insanýn dünya yaþamýndaki terbiye ve çevre koþullarýna geniþ oranda baðlýdýr. Yani insan tüm yaþamý boyunca , mental bedenini kurmayý sürdürür. Mental bedenine yeni yeni parçacýklar eklemek, geliþtirmek ya da ihmâl ederek onu durmadan deðiþtirir. Egonun “iniþ” yolculuðuna devam ederken, mantal plandan sonra ilk uðrayacaðý yer astral plandýr. Burada da ruhun bedenlenmesi için, “yukarý” plandaki gibi olaylar geçecektir. Ruh, astral planýn maddelerini çevresine çekerken onlardan astral bedenini kurar. Astral beden mental bedenden daha yoðundur. Þu halde, ruhun yüksek niteliklerinin ortaya çýkmasý astral planda daha daralmýþtýr. Astral bedeni kuran maddeler, mental beden hakkýnda olduðu gibi; geçmiþ astral yaþamda olduðu gibi, geçmiþ astral yaþamdaki maddesel mertebelerin bir devamý deðildir. Burada geçen vetire þudur: Ruh, her planda, o planýn olanaklarýna göre kendisinin bir kýsmýný meydana çýkarabilir ve bu durum ayný plana her geliþinde daha çok geliþmiþ bir þekilde ortaya çýkabilir.

  Görülüyor ki, ruh varlýðý herhangi bir plana gelince, o plandaki geliþimine, önce ayný planda býrakmýþ olduðu yerden baþlar. Bu da, ikinci geliþte, öncekinden daha “yüksek” maddeleri kullanmakla olur. Mental beden hakkýnda olduðu gibi, astral bedenin de kuruluþ þekli, varlýðýn dünyada geçireceði yaþam koþullarýna göre olur. Þu halde dünyada yaþayan bir insan, bu yaþayýþý sýrasýnda sürekli olarak mental ve astral bedenlerini kurmak ve onlarý az çok geliþtirerek ya da geliþtirmeyerek deðiþime uðratmaktadýr.

  Bundan sonra ruh fizik âleme nüfuz eder ve fizik âlemin maddelerinden bir beden kurar. Burada da kural aynýdýr. Ýþte bu þekilde insan, çocukluðundan baþlayarak, büyüdükçe yavaþ yavaþ astral ve mantal maddeler üzerindeki egemenliðini kuvvetlendirir. Bu durum, gelecek göksel yaþamýnda, kendisine bir tezâhür zemini olacak bedenlerinin kusursuzluðunu hazýrlar.

Teofizik Düþüncelere Karþý Görüþler

  Daha önce de belirttiðim gibi; gerek doðu, gerek batý teozoflarýnýn konuya yaklaþýmlarý birçok noktadan kuvvetli itirazlara yol açabilir. Bunlar üzerinde ayrý ayrý durmaya kitabýmýzýn hacmi uygun deðildir. önce þunu belirtmek gerekir ki, deneysel sonuçlar teozoflarýn görüþlerini kanýtlamaktan çok, ileride ele alacaðým ruhçularýn perispiri yaklaþýmlarýný güçlendirici içeriktedir. Bu denemeler üzerinde de ayrý ayrý duracak deðiliz. Yalnýz kýsaca bir noktaya deðinmeden geçemeyeceðiz: En yetkili yazarlarýn yapmýþ olduklarý dedublaman çalýþmasýný ele alalým. Burada bir dublenin oluþum þekli gözden geçirilirse, birbirinden koyu çizgilerle ayrýlmýþ deðiþik bedenlerin oluþtuðunu gösteren hiçbir kanýta rastlanmaz. Bir fantomun oluþumu, en seyyal (ince, latif, süptil) maddesel durumlardan, en yoðununa dek, sanki bir renkten ötekine geçerken olduðu gibi, sonsuz bir takým nüanslar içinde ve yeni yeni özellikler de göstererek ortaya çýkar. Bu konuda açýk bir fikir verebilmek için güvendiðimiz araþtýrmacýlarýn deneyimlerinden yararlanarak bir fantomun nasýl oluþtuðunu kýsaca görelim:

  Dedubluman deneyine(celsesine) hazýrlanmýþ bir somnambülün üzerinde önce fosforeson parýltýlar oluþur, sonra bunlar yavaþ yavaþ yoðunlaþýr ve süjeden ayrýlýrlar. Daha sonra bunlar; birisi süjenin saðýnda, ötekisi de solunda olmak üzere, hafif buhar þeklinde iki sütun oluþtururlar ve bu sütunlar süjenin solunda birleþerek, onun bedenine benzeyen bir beden hâline gelirler. Bu iþlemde ayrý ayrý bedenlerin oluþumunu deðil, bir bedenin deðiþik derecedeki yoðunluðunu görüyoruz.

  Teozoflarýn baþka tamamlayýcý deneylerde almýþ olduklarý, sonuçlardan, burada astral ve eterik diye ayrý ayrý iki beden olduðu hakkýnda çýkardýklarý sonuçlar da kuvvetli kanýtlara dayanmaz. Dahasý, gene filozoflara göre, astral bedenin, insan bedenine benzeyen belirli bir þekli vardýr, esîrî bedenin de aynen böyle bir þekli vardýr. Oysa, dedublumanýn oluþumu sýrasýnda, ayrý ayrý iki bedenin yani astral ve eterik bedenlerin, süje dýþýnda oluþtuðu bir aþamayý kabul etmelerine karþýn, teozof deneycilerden hiçbiri bize bu bedenlerle ilgili özellikleri içeren iki bedenin ayrý ayrý görüldüðünü söylemiyorlar. Bundan baþka onlarýn “astral beden” diye kabul ettikleri þey, eksteryorize olan maddenin þekilsiz ve seyyal bir hâlidir. Bu ise astral bedenin nitelikleri hakkýnda teozofik iddialara uygun gelmiyor. Bununla birlikte, bu deneylerden vazgeçerek; teozofik teorileri kendi bünyelerinde bile incelesek, onlarýn ruh-beden konusunda bizi doyurucu kuvvetle olduðunu göremeyiz. Buradaki birçok çeliþki ve genellikle açýk seçik olmayan söylemler içinde boðulmuþ fikirler bizi aydýnlatamaz. Hakikatler, karmakarýþýk fikirlerle deðil, derin ama sâde fikirlerle bulunabilir.

  Teozofik teoriler, her þeyden önce insan varlýðýnýn, hattâ evren varlýðýnýn en büyük bilinmezi olan tekâmül konusunu anlaþýlmaz bir hâle sokmaktadýr. Dikkat edilirse, gerek Doðu teozoflarýnýn, katerner ögeleri, gerek Batý teozoflarýnýn bedenleri ya da elemantal cevherleri fânidir. Bunlar gelip geçici bir halde ruhla birleþmiþlerdir ve ona bir takým alçak tertipte zorlamalarda bulunurlar, bilerek / bilmeyerek insaný yanlýþ yola yönlendirmeye çalýþýrlar. Tüm bunlardan sonra da, bir daha insan ruhuna dönmemek üzere onu kendi planlarýnda ebediyen terk ederler. Bu þekilde ruh, her plana geliþinde baþka bir beden “giymek” baþka bir ögeyle ya da cevherle birleþmek zorunda kalýr. Ýþte ideal bir tekâmül fikrinin açýklanmasýný güçleþtiren birinci nokta budur. Böyle bir anlayýþ ile ne yapýlýrsa yapýlsýn, nasýl düþünülürse düþünülsün; “Ruh; madde evrenine niçin gelmiþtir, ruhun melekeleriyle madde âleminin geliþim olanaklarý arasýnda ne gibi bir iliþki vardýr ve nihâyet, madde evrenindeki ruh tekâmülünün ideal amacý nedir?” vb. sorularýnýn yanýtlarýna ulaþýlamaz.

  Tüm maddeler insanýn geliþimine yarar, bunu herkes söyler. Fakat bunun amacý nedir? Ýþte üzerinde derinden derine durmaktan çekinilen nokta budur. Önce, ruhun olgunlaþmasý nedir? Ruhun olgunlaþmasý vetiresinde maddelerin oynadýklarý rol nedir? Ne teozoflar, ne ruhçu filozoflar bu nokta üzerinde uzun uzadýya durmuþ deðildirler. Gerçi bu konuda pek çok þey söylenmiþtir fakat bunlarýn içinden yukarýda ortaya koyduðumuz sorularýn yanýtlarýný çýkarmak olasý deðildir. Üzerinde ýsrarla durulmasý gereken konu þudur: Ne þekilde düþünülürse düþünülsün; acaba madde, ruhun sâdece bir tekâmül aracý mýdýr, yoksa tekâmül bakýmýndan madde ile ruhun iliþkileri evrenimizdeki ruh varlýðýnýn bir zorunluluðu mudur?

Ruh, Maddesiz Tezâhür Edemez

  Biz madde aracýlýðýyla olduðu söylenmekte olan bir “ruh olgunluðu” nun ne olduðunu anlayamýyoruz. Bunun þöyle olmasý gerekir: Ruhun madde ile iliþkilerindeki zorunluluðun bir amacý vardýr. Söz konusu olgunluk bu amacýn gerçekleþmesidir ki, bu fikrin açýklanmasýna / ayrýntýsýna ileride girilecektir. Ýþte biz teozofik teorilerin, bu þekilde düþünülen olgunlaþma yolunda aydýnlatýcý ve doyurucu içerikte olmadýðýný görüyoruz. Eðer tüm bu bedenler ya da ögeler, daha doðrusu, ruhun bu tekâmül araçlarý, bir süre kullandýktan sonra, bir daha geri gelmemek üzere ruh için ebediyen ölüp gidiyorsa; insanlarýn, ruhlarýnýn bu kadar didinmeleri ve kazançlarý ne oluyor? Eðer bu deneyimler ve sonuçta elde edilen kazançlar ancak ve ille de maddeler aracýlýðýyla oluyorsa, maddelerin geliþimini ruhun tekâmülünden ayýrmamak gerekir. Nasýl ki, bunu teozoflarýn her söylemi doðrulamaktadýr. Oysa, ruhun madde âleminde tezâhür olanaðýný saðlayan aracý, böyle her adýmda deðiþirse, onun sürekli olarak kabul ettiðimiz “yükseliþ” nedenlerini açýklayamayýz.

  Bu konuda iyi anlaþýlmasý ve anlatýlmasý gereken bir nokta vardýr. Tüm deneysel ruhçuluk ve teofizik söylemlerden çýkan genel anlama göre; 1- Ruh, maddesel bir araca sâhip olmayýnca hiçbir tezâhür gösteremez, 2- Ruhun, maddesel bir aracý olmayýnca, tekâmül de edemez. Demek ki, ruhun tekâmülü, maddesel araçlarýn geliþimiyle örtüþme / uyum hâlindedir. “Maddenin geliþimi”nden anlaþýlan ise; onun daha seyyal (süptil, lâtif, titreþimi yüksek), daha iþlek; yani daha yüksek ve iþlek bir araç ile yaptýðý iþi kaba bir araç ile yaptýðý iþi kaba bir araç ile yapamaz. Ruhun madde evrenindeki varlýðý, onun bu evrende gerçekleþmesi olanaklý olan tüm kudretlerini ortaya çýkarmak ve geliþtirmek zorunluluðunu doðurmuþtur. Bu durum ruhun en belirgin özelliði olan tesirliliðine tezâhür zemini bulmasý ihtiyacýndan ileri gelir. Þu halde, ruhun derece derece yükselen bu olgunluðunu saðlamak için maddesel aracýnýn da derece derece yükselmesi gerekir. Fakat ruh, madde evrenine “inmezden” önce de her derece yükseklikteki maddeler vardý. Eðer ruh, istediði maddeyi derhal bulabilecek bir durumda olsaydý, bu çok zahmetli tekâmül devrelerini geçirmeye gerek kalmadan, en yüksek mertebedeki maddeler âlemine atlayýverirdi. Neden böyle olmuyor?

  Ruhun madde üzerindeki tesirliliðini gösterebilmesi, onunla olan iliþkilerinde ilerlemiþ ve olgunlaþmýþ olmasýna baðlýdýr. Acaba buradaki bu iliþkiden/iliþkilerden amaç nedir? Ruhun madde ile iliþki kurmasý demek, onun içinde gizli olarak bulunan tesirlilik gücü ile orantýlý etkilenme niteliði geliþmiþ, yani ruhun “emrine” yatkýn olgunluða gelmiþ maddesel araca sâhip olmasý demektir. Ruh ancak böyle bir tekâmül aracý ile istediði madde üzerinde istediði etkinliði gösterebilir. Þu halde ruhun, deðiþik planlardaki maddeler üzerinde tesirliliðini gösterebilmesi, ancak onun bu iþe uygun, sürekli ve “yükselerek” geliþen bir araca sâhip olmasý ile olasýdýr. Ýþte ruhun, evrende geçirdiði “acý / tatlý” deneyimler, bu ilkel aracýný farklý farklý çevrelerde ve deðiþik bileþimler içinde kullana kullana onu, evrenin her maddesiyle kendisini iliþkilendirmeye yarayacak bir duruma koymasý içindir. Biz hiçbir ruhun bir araç kullanmaksýzýn maddeler üzerinde etkili olabileceðini kabul etmiyoruz.

  Ruhun, “yüksek” maddeleri kullanmasý, bu maddeler üzerinde tesirliliðini gösterebilmesi demektir. Oysa ruhun bu tesirlilik özelliði onda yeni doðmuþ deðildir. “Ruh, ilâhi bir lem’adýr” denilmiþti. Onda, bir yaratýlmýþýn Ýlahi Ýrâde Yasalarý kapsamýnda geliþmesi zorunlu olan tüm kudretler potansiyel olarak bulunur. Fakat bu kudretlerin geliþimi, ruhun o yönde çalýþmasýyla bulacaðý tezâhür zeminleri oranýnda olanaklý hâle gelir. Maddesel evren ruh melekelerinin belki sýnýrsýz olan geliþim yönlerinden biridir. Ruhun madde evrenine girmesi fikrini, maddelerle iliþki hâlinde olmuþ bulunmasý fikrinden ayýramayýz. Bu iliþkide daha önce belirtildiði gibi, ancak maddesel bir araca sürekli olarak sâhip olmakla saðlanabilir. Evrenimizde bulunduðu sürece bir ruhun maddesel iliþkiden bir an bile ayrý kalabileceði söz konusu olamaz.

  Ruhun tekâmülünden söz ederken kastettiðimiz þey, madde ile ruh iliþkisinin gerçekleþmedir. Maddesel iliþkiden kurtulmuþ tek baþýna bir ruh, “olgunluk” la ilgili bizim düþünebileceðimiz anlamda; ne kusursuzdur, ne de kusurlu. Maddeden soyutlanmýþ bir ruh olgunluðu, maddeden ayrý bir ruh gibi aklýmýzýn almadýðý boþ bir sözden, anlamsýz bir hipotezden ibâret kalýr. Bize göre ruhun tekâmülü fikri, onun ancak madde ile iliþkiye girdiði andan itibâren baþlar ve o iliþki boyunca sürüp gider. O halde, ruhun tekâmül zorunluluðu, bu iliþkinin geliþimi/ilerlemesi zorunluluðudur.

  Örneðin, ruhun maddeden bir an ayrýldýðýný kabul etsek, o anda onun madde evreniyle ilgili tüm kazançlarýndan yoksun kaldýðýný ve bu evrene “inmezden” önceki durumuna geri döndüðünü düþünmemiz gerekir. Çünkü ruhun maddesel evrenle baðlantýsý doðuran zorunluluk ve o zorunluluðun amacý ortadan kalkmýþ olur. Demek ki, ruhun tüm kazançlarýnýn ebedî olduðunu söyleyebilmemiz için, onun bu maddesel iliþkilerinin (maddesel esâretinin deðil!) ebedîyen ve hiçbir kesintiye uðramaksýzýn sürüp gitmesinin gerektiðini kabul etmemiz gerekir.

  Ruhun madde evreniyle ebedî iliþkisi demek, ruh oradan ayrýldýktan sonra bile geliþtirmiþ olduðu aracýdan ebedîyen ayrýlmamasý ve onunla kendi melekeleri arasýndaki iliþkilerini tekâmül amacýna ulaþtýrmýþ olmasý demektir. Ýþte, bize göre; ruhun maddesel evrendeki ve özellikle ýstýraplarla geçen onun ilk merhalelerindeki tüm didinmelerinin hedefi bu iþi saðlamaktýr. Bununla birlikte bu sözümüz, eðer az çok doðru ise; ancak bu evrene, yani bizce sonsuz olan fakat ruhun ebedî yaþamý karþýsýnda hiçbir zaman ve mekân deðerini hâiz olmayan maddesel evrenle ilgilidir.

  Biz, evrendeki tüm tekâmül merhalelerini tamamlamýþ ideal olgunluða ulaþmýþ ruhlar hakkýnda bile maddesel iliþkilerin kesintiye uðramasýný olasý görmezken, henüz bu tekâmül merhaleleri içinde yuvarlanmakta olan ruhlarýn maddesel ortamlardan ayrýlabileceklerini bir an için bile düþünemeyiz. Bunu kabul ettiðimiz anda, ruhun bu evrenden ayrýldýðýný, oraya hiç girmemiþ gibi olduðunu da kabul etmemiz gerekir. Çünkü o, bu araç ile baðlýdýr, onun bu evrenle iliþkilerini saðlayan da odur. Kýsacasý, ruhu bir an bile maddesel varlýðýndan ayrýlmakla, tekâmül konusunu anlaþýlmaz bir þekle sokmuþ oluruz.

  Ruhun maddesel evrendeki kazançlarý nelerdir? “Bu kazançlar ruhun kendi bünyesindedir” diyemeyiz. Böyle bir iddianýn karþýsýna haklý olarak birçok itiraz çýkar. Ruhun elde etmiþ olduðu kazançlarýný maddeyle olan iliþkilerinde gördüðümüze göre, bu kazançlarýn, maddesel iliþki saðlayan araçta depo edilmiþ olduðunu; hem zorunlu olarak kabul ederiz, hem de böyle bir düþünce ile birçok fikir sâhiplerini rahatlatmýþ oluruz. Buna karþýlýk, birbiri üzerine giyilmiþ çamaþýrlar gibi, birçok beden kabul eder ve bu bedenleri ruhun her adýmda kolayca çýkarýp atýverdiðini ve sonunda sýk sýk ruhun saf hâle (yani, çýplak hâle) girip, yeniden yeni bedenler giyerek madde âlemine girdiðini düþünürsek; tüm bu giysiler aracýlýðýyla nelerin kazanýlmýþ olduðunu ve kazanýlmýþ olan þeylerin nerelerde bulunduðunu haklý olarak kendi kendimizden sormak zorunda kalýrýz. Maddeden tamamen soyutlanmýþ saf bir ruhun örneðin, ruhun hafýza melekesi söz konusu olamaz. Çünkü bu melekenin kanýtý / iþâreti olan þey, ruhun ancak maddeler evreninde olanaklý olaylarla iliþkisinin sürüp gitmesine baðlýdýr. Bu iliþkiyi saðlayan aracýn var olduðunu kabul etmediðimiz anda hafýza melekesini de zorunlu olarak söz konusu edemeyiz. Týpký bunun gibi ruhun tanýdýðýmýz ya da tanýmadýðýmýz baþka melekeleri hakkýnda da ayný þeyi düþünebiliriz.

Tüm bunlarla beraber þunu da hemen kabul ederiz ki, teozof duayenlerin bu konuda birçok gerçeði gördüðüne eminiz. Bu görücülerin (durugörürlerin) görece “yüksek” maddeler âlemiyle ilgili gözlemleri metapsiþik ve animik uygulama bakýmýndan çok önemli ve deðerlidir. Bunlardan hepimiz yararlanýyoruz. Teozoflar tarafýndan görülen auralar, renkli maddesel tezâhürler ve baþka emanasyonlar kuþkusuz boþ ve anlamsýz þeyler deðildir. Burada bizler; kendini fýndýk kabuðunun içinde hapsederek, dýþarýdaki tüm olup bitenleri görmemezlikten gelen gâfiller gibi düþünmüyoruz. Biz bu gözlemlerin doðruluðunu kabul ediyor ve hattâ onlardan yararlanma yolunu araþtýranlar arasýnda bulunuyoruz. Biz ancak bunlarýn teozoflarca yapýlan tesirlerine ve bu tesirlerden doðan görüþlere ve yorumlara karþýyýz.

  Bize göre ne ruh ne de evren fizikoþimik maddelerin dar olanaklarý içinde sýkýþýp kalmýþ bir yaklaþýmdan doðan üç beþ kalemlik “beden” ya da “ilke”lerle sýnýrlandýrýlamaz. Buutlar hakkýndaki açýklamalarý okuyanlar çok iyi bilirler ki, teozoflarýn son tekâmül merhalesi ve olgunluk zirvesi olarak tanýmladýklarý en “yüksek” planlarýn maddeleri (mantal plan) bile büyük madde evrenimizin içinde hemen hemen hiçbir deðer ifade etmeyecek kadar küçük kalan üç buutlu âlemimizin dýþýna çýkmamaktadýr. Teozoflar, madde âleminin son sýnýrý ve belki de “dýþ”  diye önerdikleri bu alanlarda ne þekil, ne de renk kavramlarýndan kendilerini kurtarabiliyorlar:”Oval þekiller”, “renkler”, “büyümek / küçülmek”, “geniþlemek” vb. gibi mekân fikrinden asla ayrýlmayan nitelikler eninde sonunda üç buutlu âlemin gerekleridir. Maddesel evrendeki üç buutlu âlemin deðeri hakkýnda bir fikir edinmek için buutlar konusunda yapmýþ olduðumuz deðerlendirmeleri yeniden gözden geçirmek yeterlidir.

  Durum böyle olunca, tüm maddelerin ve evrenin “üzerinde” olan ruh ve onun tüm yaþamýný ve kozal kaderini ve hele bunlarýn hiçbirisiyle karþýlaþtýrýlmasý söz konusu olmayan MUTLAK VARLIK’ý küçücük evrenimizin en ufak bir köþesini bile doldurmayan üç buutlu dünyalarýn realiteleri içine sýðdýrmaya çalýþmak, çocuk sâfiyetiyle yapýlmýþ büyük bir hatâ olur. Biz burada hiçbir ekolü, hiçbir kanaati küçümsemek amacýyla hareket etmiyoruz. Belki herkesin söylediði doðrudur ve belki bizim söylediklerimiz doðrudur. Ne birinci, ne de ikinci durumda bugün bizim varmýþ olduðumuz kanaatler hiçbir zaman iddakârlýk boyutlarýna varmayacaktýr. Bizim yukarýdaki görüþleri ortaya koymaktaki amacýmýz, kendi yolumuzu þimdiye kadar topladýðýmýz bilgi ve duygu unsurlarýyla çizerken, öteki yollarý da gözden geçirmek gereðini duymuþ olduðumuzu, fakat oralarda tatmin edilmediðimizi, nedenleriyle belirtmektir.

Ruhçularýn Ruh- Beden Ýliþkisi Hakkýndaki Görüþleri

  Ruhçularýn perispiri teorileri, insan hakkýndaki bilginin geliþip geniþlemesine yarayacak belki en doðru bir baþlangýç olarak görüyoruz. Ruhçular, ayrýlmaz bir þekilde ruhla birleþmiþ olan maddesel bir aracý kabul eder. Böyle bir yaklaþýmla tekâmül fikri rahatça izleneceði gibi, öteki ekollerin düþtüðü birçok çeliþkilerde giderilmiþ olur. Gerçi perispri teorisi teozoflarýn “bedenler teorisi” kadar belirsiz deðildir ama bir þeyin gerçek olmasý için mutlaka, anlatýlmasý ve anlaþýlmasý güç bir halde bulunmasý gerekmez; sâdelik içinde en büyük gerçekler anlatýlabilir. Kim ne derse desin, biz öteden beri, güçlükle anlatýlmaya çalýþýlan herhangi bir teorinin gerçekliðinden hep kuþkulanmýþsýzdýr.

  Perispiri nedir? Bu sorunun yanýtýný deneysel ve klasik ruhçuluk konusundan yetkili yazarlara býrakýyorum. Klasik ruhçuluðun kurucusu Allan KARDEC þunlarý söylemiþtir: “Beden ile ruhu birleþtiren bað ya da perispiri, yarý maddesel bir zarftýr. Ölüm, en kaba zarfýn harâbiyetidir. Ölümden sonra ruh, ikinci bedenini korur. Bu ikinci beden eterik bedendir. Bu beden her zamanki normal durumlarda bize görünmez ama “aparisyon” (8) olaylarýnda gelip geçici olarak ortaya çýkar. Hattâ etorik bedene dokunmak da olasýdýr.”   

  Ayný konuda Leon Denis þu açýklamada bulunur: “Ruh, ölümden sonra olduðu gibi; cismâni yaþamý boyunca, sürekli olarak seyyâlevî (ince, süptil, lâtîf) bir zarfa sâhiptir. Az çok ince / lâtif (esîri) olan bu zarfa Allan KARDEC, ‘perispri’ ya da ‘ruhâni beden’ (corps spirituel) adýný vermiþtir. Perispri, ruh ile beden arasýnda baðlantý görevi görür. Perispri, duyularýmýzla edindiðimiz izlenimleri ruha aktarýldýðý gibi; ruhun irâdesini de bedene taþýr. Ölüm sýrasýnda o, fizik bedenden ayrýlýr ve fizik bedeni mezarýnda çürümeye terk eder ama kendisi ruhtan ayrýlmaz. O, ruhun þahsiyetinin bir dýþ þeklidir. Bu duruna göre perispiri sayyâlevi bir organizmadýr. O, insan varlýðýndan önce var olan ve ondan sonra da var olmayý sürdüren bir þeklidir. Perispri öyle bir ‘sübstratom’ dur ki, fizik beden onun üzerine kurulur. Fakat bu fizik (et) beden ne kadar nüfuz edilemez görünse de, son derece incelmiþ bir maddeden oluþmuþ ve görünmeyen perispri bu bedenin içine nüfuz etmiþtir. Kaba madde hiç durmadan yaþamsal sirkülasyon ile sürekli yenileþir. Bu maddeler insanýn sâbit ve sürüp giden kýsmý deðildir. Doðumdan ölüme dek insan yaþamýnýn her devrinde beþeri örgüyü ve fizyonomik hatlarý ayakta tutan perispridir.O halde perispiri, bir kalýp rolü oynar ki, dünyanýn maddesi onun üzerinde beden hâlini alýr. Bu seyyâlevî beden öylece olduðu gibi kalmaz, o da ruhla birlikte temizlenir, saflaþýr ve olgunlaþýr. O, sonsuz enkarnasyonlarý boyunca ruhu izler, ruhla beraber derece derece (tedrîcen) ‘yükselir’ ve giderek þeffaf, parlak bir yapý ve görünüm kazanýr. Perispri hayattan varlýðýn tüm kazançlarýný korur. Tüm bilgiler fosforesan katlar hâlinde bu, ruhânileþmiþ bedenin dimaðýnda yerleþir ve yeniden doðan varlýðýn beyni bunun üzerine kurulur. Duygularýn, yüksekliði’ yaþamýn sâfiyeti iyi ve ideal bir yaþama doðru yapýlmýþ hamleleri kararlýlýkla geçirilmiþ deneyimler (epreuves) ve ýstýraplar perisprinin titreþimlerini ‘yükselterek’ ve arttýrarak onu süptilleþtirir, parlaklaþtýrýr ve saydamlaþtýrýr. Bunun tersine olarak, sefil ve bayaðý ihtiraslar, maddeye yönelik açgözlülükler perispiri üzerinde olumsuz etki yaparak, onu ‘aðýrlaþtýrýr’, yoðunlaþtýrýr ve giderek daha ‘karanlýk’ bir hâle sokarlar. Perisprinin de bedeninkine benzeyen duygularý vardýr fakat bunlarýn kudreti bedeninkinden çok yüksektir. Perispiri ruhâni nurla görür. Ayrýca, maddesel duygularýn kavrayamadýðý yýldýzlarýn ýþýklarýný; ne kadar daðýnýk bir halde bulursa bulsun, perisprinin duyularý bunlarý ayýrt eder. Ölümden önce ve sonra, ruhlarýn görülür hale gelmeleri (apparitions) ve maddeleþmeleri (materialisations) perispri ile açýklanýr. Spatyomun (âhretin) serbest yaþamýnda insan organizmasýný oluþturan tüm kuvvetlere o, düþünce olarak (gizlide) sâhiptir.” 

  Son sözü, ruhçuluk konularýný pozitif bir görüþle incelemiþ olan G.Delanne’ a býrakýyorum: “Filozofiye ve bedensiz varlýklardan alýnan bilgilere göre; ruh maddesel bir varlýk deðildir. Baþka bir deyiþler, ruhun bizim tanýdýðýmýz maddelerle hiçbir baðlantý noktasý yoktur. Doðadaki cisimlerle ruh arasýnda benzetme ile de anlatýlabilecek özelliklerin bulunduðunu kabul edemeyiz. Çünkü ruhun imajý ve yayýný olan düþünce, tüm ölçülerin, tüm fizik/kimya analizlerinin dýþýnda kalýr. Fakat acaba “madde dýþý” sözcüðünü mutlak anlamýnda kullanabilir miyiz? Hayýr. Çünkü mutlak madde dýþýlýk yokluk olur. Fakat ruh öyle bir varlýktýr(etre)dýr ki, bu dünyada hiçbir þey onun hakkýnda bize fikir veremez. Bununla beraber, insanda madde ve ruh gibi iki ögenin “birleþmiþ” olduðunu görüyoruz. Bunlar oldukça yakýn bir þekilde bir biriyle “birleþmiþ” lerdir ve birbirini etkilemektedirler. Ruh hakkýnda söylediðimiz þeylerle, ruh ve beden iliþkisi konusu arasýnda bir çeliþki var gibi görünüyor. Bununla birlikte bu çeliþki gerçek deðil, zâhirîdir. Bunlarýn arasýnda perispri, yani “ruhun zarfý”  diyebileceðimiz aracý üçüncü bir öge vardýr.

  “Ruh maddesel olmayan bir þeydir. Çünkü onu oluþturan olgular maddenin hiçbir özelliði ile karþýlaþtýrýlamaz. Düþünmenin, tasavvurun ve anýmsamanýn, ne þekli, ne rengi, ne de sertliði ve yumuþaklýðý vardýr. Ruhun bu ürünleri fizik âlemi yöneten yasalarýn hiçbirisiyle sýnýrlandýrýlamaz; onlar tamamen ruhânidirler, ne ölçülebilirler ne de tartýlabilirler. Ruh, doðasý gereði harabolmaz çünkü o, bedenin daðýlmasýndan sonra bütünlüðü ile tezâhür eder. O halde ruh; hem maddesel olmayandýr, hem de ölümsüzdür.

  “Bizlerin doðduðunu, büyüdüðünü ve öldüðünü gördüðümüz beden, düþünen ögenin (ruhun) zarfýdýr. Bu zarfý oluþturan ögeler, yerküreyi oluþturan maddelerden alýnmýþtýr. Bu ögeler, organizmada bir süre durduktan sonra, yerlerini baþka öðelere býrakýrlar. Bu iþlem þahsýn ölümüne dek sürer gider. O halde, beden ile ruh esas olarak birbirinden ayrýlýr. Birisi, durmaksýzýn oluþan þekilden þekle girmelerle(transformations);  öteki de, cevherlerindeki deðiþmezliðiyle belirginleþir… Bununla birlikte, biz bunlarýn kusursuz bir uyum içinde yaþadýklarýný ve birbiri üzerine karþýlýklý tesirler yaptýklarýný görüyoruz. Kin, öfke, merhamet, sevgi, duygularý yüzde yansýmalar oluþturur ve fizyonomiye özel bir karakter verir.

  “Ýþte bir yandan, iyi gözlemlenmiþ olan bu karþýlýklý tesirler, öte yandan ruhun madde dýþý oluþu filozoflar için hayli güç bir konu ortaya çýkartmýþtýr.. En büyük zekâlar ruhun beden üzerindeki tesirliliðini aydýnlatmaya çalýþmýþlardýr. Fakat bu durum memnuniyet verici bir açýklamasýný ortaya koyamamýþlardýr. Biz, bazý filozoflarýn aþaðýdaki görüþlerini kayda deðer buluyoruz. Sürekli ve bilinen yasalara uymayan ya da baðlantýsýz ama irâdî olsun, ruhun tartýlabilir maddelerden yapýlmýþ beden üzerindeki tüm tesirleri, tartýlmayan seyyalelerin (9) bazý dalgalar aracýlýðýyla olur. Bu dalgalarýn iletilmesi serebro-spinal ve gangion spinal þeklindedir.

  “Bunlar tamâmiyle bizim düþüncelerimizdir ve biz, sinirler aracýlýðýyla iþlenen ölçülemez/ tartýlamaz bir seyyâlenin varlýðýný kabul etmedikçe, perisprinin rolünü tanýmlayamayýz. Perisprinin varlýðýný gösteren en iyi kanýt, bazý özel durumlarda insanýn deduble olabilmesidir (10). Bir yanda maddesel beden, öte yanda bu bedenin ayný olan seyyal/süptil baþka bir bedenin oluþmasý bu konuda kuþkuya yer býrakmaz. Ayrýca, perispri; ruh ile bedenin karþýlýklý tesirlerini açýklamaya yaramakla kalmaz, ayný zamanda maddeden kurtulan ve spatyomda bulunan ruh varlýklarýnýn durumlarýný da bize anlatýr. Þimdiye dek ruhun geleceði hakkýnda belli belirsiz fikirler vardý. Dinler ve ruhçu filozoflar, mezarýn ötesindeki hayat hakkýnda hiçbir bilgi vermeksizin, sâdece ruhun ölmezliðini doðrulamakla yetiniyorlardý. Bazýlarý için ruhun hayatý ebedîyen, içinde sâdece seçkinlere özgü zekâ sâhiplerini taþýyan iyi tanýmlanmamýþ bir cennette geçer ya da ruh varlýklarý için cehennem korkunç bir mekândýr. Orada varlýklar korkunç iþkenceler çeker. Bunlarýn yanýnda yürüyen, bilimsel gözlemler ise, elle tutulur maddelerde kalýp, ondan ileri gidemiyordu. Tüm bunlar, ruhsal âlem ile maddesel âlem arasýnda aþýlmaz gibi görünen bir uçurum oluþturuyordu.

  “Ruhçuluk bilgisi bize gösteriyor ki, iki âlem arasýndaki iliþkiler kesilmiþ deðildir. ‘Ölü’ denilenlerle ‘diri’ arasýnda sürekli bir iliþki vardýr. Doðum ile ruhsal âlem, madde âlemine varlýklar verir; dünya da geçici olarak kendisine oturmaya gelmiþ varlýklarý spatyoma gönderir. O halde, beþeriyetle ruhâniyet arasýnda birçok baðlantý noktalarý vardýr. Görünen âlemle görünmeyen âlemi birbirinden ayýrýr gibi olan uzaklýk dikkate deðer bir þekilde kýsaltýlmýþtýr.

  “Eðer spatyomun maddelerden oluþtuðunu ve ruhlarýnda maddesel bedenlere sahip olduðunu gösterirsek, bu kadar radikal görünen aradaki farklarý bir takým küçük nüanslara indirgememiþ oluruz. Ruhun doðasý bizce bilinmez. Fakat biz biliyoruz ki o, seyyâlervî bir bedenle çevrilmiþ ve çevrelenmiþ (circonscrite) durumdadýr. Bu beden, ölümden sonra ruhu, þahsiyet sâhibi, belirginleþmiþ / seçkinleþmiþ bir varlýk hâline koyar. Allan KARDEC ’e göre, soyut olarak ele alýnan ruh zekidir. O, bizim soyut olarak maddeden ayrý bir halde anlayabileceðimiz, düþünen ve tesirliliði de olan bir kuvvettir. Seyyalevî zarfýna ya da perisprisine büründükten sonra; ruh “espri” denilen hâle girer. Nasýl ki, bu espri de zarfýna büründükten sonra, insan hâlini alýr.

  “Bu zarf asla ruh deðildir. Çünkü o düþünmez; bu bir giysiden baþka bir þey deðildir. Ruhsuz bir perispiri, ruhsuz bir beden; yaþamdan ve duygulardan yoksun âtýl bir maddedir. Her ne kadar o, tartýlmaz/ ölçülmez bir seyyâle de olsa, yine bir maddedir, elle bile tutulabilir. Ruh bu zarfý sâdece serbest ruh hâlindeyken taþýmaz ve ondan ayrýlmaz. Zarf, ruh varlýðýnýn spatyom hayatýndan sonra gelecek enkarnasyonunda da  onu izler, insanýn yaþamý sýrasýnda perispiryle ilgili seyyâle (akýþkan) bedenle birleþir ve o, dýþarýdan gelen duygularýn ve ruhtan gelen irâdenin geçiþ aracý olur. Bedenin tüm aksamýna (her yanýna) nüfuz eden budur. Fakat ölümle o, ruh varlýðýyla beraber bedenden kurtulur ve ölümsüzlüðe katýlýr. Eðer ruhun cisimler üzerine doðrudan tesir edeceði iddia edilseydi, bu perisprinin gereðine itiraz edilebilir ve bu durumda bizim teorimiz çürürdü. Fakat biz olgulara dayanmýyoruz ve bizim teorimize olan güvenimiz soyut bir idrakîn deðil, irdelenmenin ve gözlemin ürünü olan bir sonuç olduðundan, bu tür itirazlar bizim bakýþýmýzý deðiþtiremez.”

  Ruhçularýn ve özellikle de fikirlerine özel bir saygýmýz olan G.DELANNE ’ýn sözlerini teozoflarýnkilerle karþýlaþtýrýrsak, aradaki sâdelik farkýný ve ruhçularýn bugünkü (1940’lý yýllar) bilimsel etiðe uygun söylemlerindeki mantýðý ve kapsamlý anlamý takdir etmekte gecikmeyiz.

Klasik Ruhçularýn Perispiri Yaklaþýmlarý

  Yukarýda ana hatlarýný verdiðimiz klasik ruhçuluðun perispiri hakkýndaki görüþlerine eklenebilecek pek fazla bir þey yoktur diyebiliriz. Ancak, daha sonraki yýllarda yapýlan deneylerden alýnmýþ sonuçlarý ve kendi deneylerimizden alýnmýþ sonuçlarý bir araya toplayýnca, klasik yaklaþýmlarýn bazý belirsiz görünen noktalarýný aydýnlatmak ve birkaç noktada onlarý geniþletmek zorunluluðu duymaktayýz. Bu zorunluluk bizi, klasik ruhçuluðu YENÝ RUHÇULUK adý arlýnda yeniden incelemeye / irdelemeye yönlendiren etmenlerden biri olmuþtur. Bir kez daha yineliyorum; klasik ruhçuluk ile YENÝ RUHÇULUK arasýndaki farklar esaslarla deðil, ayrýntýlarla ilgilidir ve bu da tekâmül yasasý ile sürekli deðiþmek kaderinde olan bir gerçekliðin gereðidir.

  Perispriyi ruhun üzerinde giydirilmiþ bir giysi gibi ele almak; zannedersem, ruhçularýn da  bu þekildeki söylemlerine karþýn akýllarýna gelmemiþtir. Çünkü Gabriel DELANNE ’ýn yazýlarýndan da anlaþýlacaðý gibi, ruh ile madde arasýnda doðrudan doðruya bir iliþkinin bulunmayacaðýna ve ruhun özellikleriyle  maddenin özelliklerini karþýlaþtýrmaya olanak bulunamadýðýna ruhçularda inanmýþtýr. Durum böyle olunca, sâdece maddelere özgü olan mekân kavramý ruh için söz konusu olamaz. Þu halde perispriyi “giyilmiþ bir giysi” ya da ruhu sarýp sarmalamýþ bir zarf, bir küre gibi düþünemeyiz. Gene bu yaklaþýmla biz Allan KARDEC tarafýndan adlandýrýlmýþ olan perispiri yani “ruhun kýlýfý” gibi bir deyimle de taraftar deðiliz. Ancak, alýþýlmýþ ve akla da Yarkýn bir teorinin ortaya konmasýna hizmet etmiþ olduðu için bu sözcüðü koruduk ama onu simgesel bir anlamda kullanmaktayýz.

  Kitabýmýzýn madde bölümünde uzun uzun yazdýðýmýz gibi, zaman–mekân kavramý bize göre en yüksek anlamýný üç buutlu evrenimizde kazanýr. Hattâ burada bile maddeler “yükseldikçe” mekân kavramý bizim anladýðýmýz anlamdaki deðerini deðiþtirmeye baþlar. Yer tutma gibi mekânla ilgili maddesel özellikler daha fizik maddelerimizin alaný sýnýrýndan çýkmadan yavaþ yavaþ ortadan kalkmaya yüz tutar. Buna bir örnek olarak þunu gösterebiliriz:      

  Dünyadaki yüzlerce radyo istasyonunun yayýnýna karþýn, radyomuzu dilediðimiz dalga boyuna ayarlayarak yayýnlarý ayrý ayrý dinleyebiliyoruz. Teknik olanaklarýn artmasýyla bu merkezlerin (istasyonlarýn) sayýsý onbinleri / yüzbinleri bulursa, biz yine bulunduðumuz yerde hafif bir düðme hareketiyle bir yayýný ötekine karýþtýrmadan bulabiliriz. Ayrýca, bu dalga miktarlarýnýn azalýp çoðalmasýnda, istasyonlarýn adetçe artmasýnda odamýzýn (bulunduðumuz yerin) geniþliði söz konusu olamaz. Yani bu yüz binlerce dalganýn odamýza sýðýp sýðmayacaðýný kimse düþünmez. Oysa tüm bunlar maddesel titreþimlerdir ve madde ile bir yerden baþka bir yere aktarýlýr. Bu durum, maddelerin inceldikçe yer tutma gibi kaba maddelere özgü özelliklerden kurtulmaya baþladýklarýný gösterir.

  Bununla birlikte bu radyo yayýný, konusundan daha çok seyyal (ince süptil, akýþkan) ve esîrî olan ruhun kullandýðý “yüksek” maddelerde bu durumun daha geniþ bir ölçüde ortaya çýkacaðý doðaldýr. Dahasý, fikrimizce, önce de belirttiðimiz gibi, teozoflarýn bedenler hakkýndaki açýklamalarýnda yanýlmalarý; gözlemlerinin, mekân hakkýndaki anlayýþlarýmýzýn son sýnýrýnda durmasýndan ileri gelmektedir. Üç buutlu bir idrak içinde hapsolmuþ bir dünya çocuðunun, ne kadar lüsit (11) olursa olsun, kendisini zaman ve mekân anlayýþýndan ve özellikle de üç buutlu düþünce þeklinden kurtarmasýna olanak yoktur. Bundan dolayý eðer telestezik bir gözlemci duru görür bir teozof maddeyi en geniþ anlamýnda düþünmeye yatkýn deðilse, maddeleri ancak görebildiði üç buutlu âlemin içindekilerden ibaret sanacak ve idrakinin ötesindeki maddeleri “madde olmayan” diye anlayacaktýr.

  Kýsacasý, maddeler birkaç adým ileride tanýdýðýmýz / bildiðimiz tüm özelliklerini yitirirler. O zaman, bizim onlarý, ruhun üzerinde bir giysi gibi giydirmeye hakkýmýz kalmaz. 

DÝPNOTLAR

(1) Hipotonik: (hypotonic) : Kandan daha düþük osmotik basýnca sahip olan çözelti.

     Ýzotonik (isotonic): Hücrelerin osmotik basýncýna eþit osmotik basýnca sahip, içine konulduðunda su giriþ çýkýþý olmayan sývý  

(2) Asfeksi (asphyxia): Oksijen yokluðundan ileri gelen boðulma  

(3) trigeminus(trigeminal) sinir : kafada yer alan sinir (kranyal sinir= kafada yer alan sinir)    

(3) adiyüretin(antidiüretik): su tutulmasýný saðlayan hormon

(4) Enbube: borucuk

(5) Tübülü (tubulus) hücreleri:Böbrek hücrelerinden bir türünün adý.

(6) Annie Besant(1847-1933): 1907’den 1933’e dek Teozofi Derneði’nin baþkanlýðýný yapmýþtýr. Yaþamý boyunca 300’den fazla eser ve bir o kadar da bülten hazýrlamýþtýr. Ruhsal araþtýrmalar ve ruhçuluk  konusunda da birçok öðrenci yetiþtirmiþ ve bir çok araþtýrmacýya önderlik etmiþtir. Batý’nýn önde gelen teozoflarýndan Madam Blavatsky’nin “Secret Doctrine”(Gizli Öðreti) adlý eserini okuduðunda, bundan çok etkilenmiþ ve yazardan bir söyleþi rica etmiþtir. Bu görüþmeden sonra dünyasal konularla ilgilerinden birer ikiþer sýyrýlmýþ ve Teozofi Derneði’ne katýlmýþtý(1889). Bundan sonra Madam Besant’ýn gerek konuþmacý, gerekse yazar olarak hýzla parladýðýný görüyoruz. 1893’de, Chicago’da toplanan Dünya Dinleri Parlamentosu’nda ülkesini temsil  etti. Kendisiyle yakýn iletiþimde bulunanlarýn ortak ve en önemli izlenimlerinden  biri, onun paranormal yetenekleri ve okült konulardaki vukufu(biliþi, anlayýþý) olmuþtur.

(7) Charles Webster Leadbeater (16 Þubat 1854 – 1 Mart 1934): Teosofi Derneði'nin etkili bir üyesi, yazar. Liberal Katolik Kilisesinde J. I. Wedgwood ile gizli konular hakkýnda yazmýþtýr. Leadbeater Stockport, Cheshire'da 1854 yýlýnda doðdu. Babasý Charles Sr.,Lincoln'de ve annesi Emma Liverpool'da doðdu. Tek çocuktu. 1861 yýlýnda ailesiyle birlikte Londra'ya taþýndýlar. Babasý tüberküloz hastalýðý sebebiyle 1862 yýlýnda hayatýný kaybetti.

(8) aparisyon: ölmüþ insan ruhlarýnýn perisprileriyle dünyadakilere görünmeleri

(9) seyyâle= akýþkan

(10) duble= Ýngilizce’de “double” ve “astral body”, Türkçe’de “eþ beden” ve “duble”, kadîm Mýsýr’da “ka”, kadîm Yunan’da “eidolon”, kabalada “nefeþ”, teozofide “esirî beden”, klasik ruhçulukta “duble” olarak ifâdesini bulmuþtur. Durugörürler için ilk bakýþta, açýk mavi / menekþe renginde gözükür, zekidir ve hayatiyetin %80’ini kendinde taþýr. Buharýmsý bir görünüþe sâhip olan duble hýzla yer deðiþtirebilir ve engellerin ardýna kolayca geçebilir. Ölümlerde, mezarlýklarda sýkça görülmesi olasýdýr. Deneysel olarak yapýlan çalýþmalarda, yakýndan inceleme fýrsatý elde edilmiþtir. Dublenin çevresinde, onun geliþim düzeyinin de izlerini taþýyan ýþýklý hâleler(“aura”) vardýr.(Kaynak: METAPSÝÞÝK TERÝMLER SÖZLÜÐÜ, Ergün Arýkdal, Ruh ve Madde Yayýnlarý)

(11)  Lüsit= açýk seçik anlaþýlýr net, kolay anlaþýlýr

 Yayýn Tarihi:07 Mayýs 2016 

 

© Astroset 2003-2016